Zeynur Pehlivan; Beden Eğitimi Öğretmeni, Milli Hentbolcu, Antrenör, Hentbol Yazarı; Eğitim Uzmanı, Milli Hentbolcu Zeki Pehlivan'ın Eşi; Lise Öğrencisi, Milli Hentbolcu Doruk Pehlivan'ın Annesi

10 Eylül 2015 Perşembe

Bugünlerde Sporu Paylaşmak


Şehirlerde yaşayan bugünkü Digital çocuklar bilmez ama bir zamanlar Birleştirilmiş Sınıflar vardı. 1., 2., 3., 4., 5. sınıfların birarada eğitim gördüğü sınıflar..
Bende böyle bir köy okulunda eğitim hayatına atılmış birisiyim. Yedi kardeşten dördünün aynı sınıfta olduğu, okuduğu bir sınıf.. Aynı anda, aynı evden çıkıp, aynı sınıfa girdiğimiz, aynı eve döndüğümüz, “Öğretmenin kim” dediklerinde dördümüzünde aynı anda “........  Öğretmen” dediğimiz yıllar..
Okulumuz, Eskişehir Başara Köyünün  merkezinde, köy camisinin hemen yanında, tek katlı kücüçük bir sınıftan ibaret olan bir okuldu. Sadece eğitime değil, aynı zamanda düğünlere, önemli günlere ve önemli konuklara hizmet eden bir mekandı.
Belki yazı yazmayı sevdiğim veya yazım güzel olduğu için mi bilemiyorum ama ailemin tüm fertlerinin yani sınıf arkadaşlarımın hepsinin ödevlerini ben yapardım. Derslerimin iyi olduğunu ve birçok kez siyah önlüğüme, beyaz yakama, karneme kırmızı kurdelalar takıldığını iyi hatırlıyorum. Hatta bundan beş-altı yıl önce karşılaştığım bir arkadaşımdan “Biliyor musun kurdelalar hep sana takılıyor diye biz sana çok kızardık” demişti..
Bunlar hatırladığım güzel şeyler.. Ancak ilkokul yıllarımdan bana miras kalan her anı,  bu kadar güzel değil.

Ders zili çalmış ve biz sınıflardaki yerimizi almıştık. Mendilimizi ve ellerimizin temizliğini öğretmenimize göstermek için, ellerimizi ödev defterimizin üzerine koymuş bekliyorduk. Mendil, el-tırnak kontrolundan sonra sıra ödev kontroluna gelmişti. O gün neden  ödevimi yapmadığımı veya niye eksik yaptığımı  hiç hatırlamıyorum ama ödevimi istenilen şekilde yapmamıştım.

Tahtaya kalkıp tek ayak üzerinde beklemek, öğretmen bakmadığı zaman ayağını yere basmak, sırtı sınıfa dönük vaziyette beklemek, veya beklerken tahtaya birşeyler karalamak, zaman zamanda sınıfa dönüp gülmek ne güzel cezalardı değil mi?

Ama her ceza bu kadar güzel, bu kadar çocuksu, bu kadar eğlenceli değildi maalesef..
Ödevimi yapmadığıma çok kızan öğretmenim benim kolumdan tuttu ve masasının hemen yanında, yerde, içine kışın yakacak odunları koyduğumuz, yani depo olarak  kullandığımız yerin kapağının yanına getirdi. Kapağı açtı, “Cezanı çek bakalım”dedi ve beni, üzerimdeki kapağın kapanmasıyla birlikte oluşan sonsuz bir karanlığın içine itti.

İlkokul 2. ya da 3. sınıftayım. Nasıl bir yerde olduğumu, elimi uzattığı yerde neyle karşılaşacağımı bilemiyorum ve kıpırdayamıyorum. Sadece ağzımı açıyorum, burnumu çekiyorum, ağlıyorum, ağlıyorum, durmadan ağlıyorum. Hıçkırıklarla, boğulurcasına ağlıyorum.

Uzun bir süre sonra gücümün, nefesimin bittiği yerde gözümü açma cesaretini buldum ve etrafıma baktım. Bu karanlık, uykuya dalarken gözlerimizi kapattığımızda gördüğümüz gibi bir karanlık değil bu karanlık.. Elektrikler sönmüş gibi değil, gece olmuş gibi değil.. Gece karanlığının üzerine birde kalın bir perde çekilmiş, kapattığımız gözlerimizin üzerine kalın bir yorgan örtülmüş gibi bir karanlık..


Gözümü bir açıyorum, bir kapatıyorum. Hiçbir farkı yok.. Aynı karanlık, aynı sessizlik.. Devam ediyorum gözlerimi açıp kapatmaya..
Fakat o da ne!.. Ağlamaktan, korkmaktan, titremekten  gücüm tükenmek, uykuya dalmak üzereyken bir sesle irkiliyorum.
“Miyavvv”.. O sessizlik, o karanlık, o yalnızlık içinden  gelen bir ses.. Ürküyorum, korkuyorum.
"Miyavvv”.. Bu kez ses daha güzel geliyor kulağıma. Bu kez ürkmüyorum, korkmuyorum. Bir canlı var yanımda, "Bu karanlıkta yalnız değilmişim" diyorum ve bu kez heyecanla "Kim var orada” diyorum. Kısa bir süre sonra, zifiri karanlık içinde bir çift  göz ortaya çıkıyor. Parlak, iki göz.. “Miyavvv”..
Bedensiz gözler yanıma yaklaşıyor, tenime dokunuyor, “Korkma, ben yanındayım” diyor ve birbirimizi görmeden ama birbirimizi hissederek, birbirimizi anlayarak birlikte sıcacık bir uykuya dalıyoruz. Bu kez korkmadan, ürkmeden, ağlamadan, titremeden…
Benden daha fazla acı çektiğini gördüğüm annemin sesini duyasıya ve kapak kaldırılıp ışık içeriye süzülesiye kadar.. Anne sıcaklığı ve  kucağıyla buluşasıya kadar.. O an anladım ve gördüm ki, en büyük acıyı anneler yaşıyor.

Bu "karanlık" anıyla mücadelem, sporculuk zamanımda da devam etti. Yalnız kaldığım yıllarda çok uzun dönem  ışıkları yakarak uyudum. Atlatmam uzun zaman aldı ama atlattım. Şimdi gece geç vakitte veya erken saatte spor yapmaya çıkarım. Ama ne bu anıyı, ne kedinin gözlerini, ne de kedinin bana yaptığı arkadaşlığı hiç unutmadım.

Şimdi asıl konuya gelmek istiyorum. Bugünlerde birçok arkadaşım bana “Niye spor haberlerini paylaşıyorsun, ülke nelerle uğraşıyor, sen nelerle”,  "Şu maç haberlerini yazmasan artık" diyor ya da mesaj atıyor.

Niye paylaşıyorum biliyor musunuz! Geçenlerde; yoldan  elinde valizi olduğu için yavaşça karşıya geçen kadın yayayı, taksisini durdurup elindeki beyzbol sopası ile döven bir şoförü; acelem olduğu için yürüyen merdivenin ortasında duran bir kişiye, “Biraz kenara çekilir misiniz” dediğimde benim üzerime doğru yürüyüp "Madem yürüyecektin neden yürüyen merdivene bindin" diyecek kadar etrafımda öfkeli, saldırgan, kendini kaybetmiş insanlar gördüğüm için paylaşıyorum.

İnsanın hayata tutunacak, yaşama gücünü ayakta tutacak birşeyleri olmalı diye paylaşıyorum. Her gün, her an, acı bir haberle sarsılırken, bir insanın güzel şeylere de ihtiyacı var diye, umudumuzu yitirmediğimizi göstermek için paylaşıyorum. İnsan olduğumuzu unutmayalım, ateşe körükle gitmeyelim diye paylaşıyorum,

Önceki gün Basketbol milli takımımızın Almanya karşısında sergilediği oyun ve aldığı galibiyet hepimizi çok mutlu etti. Birkaç gün öncede Futbol Milli takımımız aynı duyguları bize yaşatmıştı. Biz insanız. Güzel haberler duymaya, görmeye ihtiyacımız var.

Ama bu şehitlerimizi unuttuğumuz anlamına gelmemeli. Milli takımlarımız sahaya çıktığı andan, sahadan çıktığı ana kadar bağırıyoruz ama bunlar sevinç çığlıkları değil.. Ağlıyoruz ama bunlar sevinç gözyaşları değil.. Hentbol, futbol, voleybol veya basketbol... Bu maçlar, bu galibiyetler yüreğimizdeki acıyı, boğazımızdaki düğümü bir süreliğine azaltan bir ilaç gibi geliyor.

Ayrıca; milli forma ile, önemli bir şampiyonada, sahada bizi temsil eden, mücadele eden basketbol takımımıza, "Siz Türkiye için oradasınız ve biz sizin yanınızdayız" demek için, her durumda bir bütün olduğumuzu, bu bütünlüğümüzü heryerde göstermemiz gerektiğini ve hep birlikte  yüksek sesle "Haydi Türkiye” demek için; kontrollerini yitirmiş bu taksi şoförü veya bu yaya gibi olmadık durumlarda başkalarına zarar vermeyelim, kendimizi kaybetmeyelim, yaşamayı unutmayalım, hayata sarılalım, kendimizi bu karanlığa teslim etmeyelim diye,

Yakınımızda, uzağımızda, içimizde, dışımızda, baktığımız heryerde, okuduğumuz her haberde acı ve gözyaşı varken, daha fazla acı ve gözyaşı dökmeyelim, birbirimizden daha fazla uzaklaşmayalım, birbirimize öfkeyle bakmayalım, belki bu şekilde birbirimize biraz daha yaklaşırız diye paylaşıyorum.

Yoksa; yüreği yanan her anne gibi bende oğluma her gün bir daha bir daha bakıyorum ve öpüyorum.
Ciğeri parçalanan her anne gibi bende oğluma bir daha, bir daha sarılıyorum.
Ve neredeyse her an; "Ne olur geleceğine sahip çık oğlum" diyorum.

Ne günler, ne geceler, ne evler, ne aileler, ne hayatlar aynı kalıyor bugünlerde.. Bizde dünkü aynı kişi değiliz.

Ama ne olursa olsun sakin olalım arkadaşlar, ne olursa olsun sakin kalalım.
Sakin olalım ve umudumuzu hiç yitirmeyelim. Birilerinin bizleri karanlığın içine itmesine izin vermeyelim. Karanlıkta olsa, uzunda olsa, her tünelin sonunda bir ışık olduğunu unutmayalım. Yeter ki bizler, yolumuzu, aklımızı, sağduyumuzu kaybetmeyelim.
Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 22:25 in    No comments »

0 yorum:

Yorum Gönder

Bookmark Us

Delicious Digg Facebook Favorites More Stumbleupon Twitter

Search