Zeynur Pehlivan; Beden Eğitimi Öğretmeni, Milli Hentbolcu, Antrenör, Hentbol Yazarı; Eğitim Uzmanı, Milli Hentbolcu Zeki Pehlivan'ın Eşi; Lise Öğrencisi, Milli Hentbolcu Doruk Pehlivan'ın Annesi
  • Kaliteli Hentbol : Seyirci

    Türkiye de ki U20 Avrupa Erkekler Hentbol Şampiyonası esnasında Talant Dujshebaev ve Heiner Brand’la sohbet etme şansına sahip olmuş, Heiner Brand’a ise bir çok sorunun ...

  • Bir Hentbol Maçına Bunun için Gitmelisiniz..

    Pek çok spor dalı bir birine benzer özellikleri ve becerileri içerir. Bu becerilerin üst düzeyde uygulandığı sportif özelliklerde bu branşın güzelliklerini ortaya çıkarır....

  • Siyah Final

    Herkes tahmin eder, Erkekler Hentbol Süper Liginde Beşiktaş’ın final oynayacağını. Ve bu nedenle gözler diğer finaliste çevrilir. ...

22 Aralık 2015 Salı

Daha çok yazmak isterdim ama..


Çok isterdim. Danimarka'da olup o havayı teneffüs etmeyi, sanat ve sporun birleşerek turnuvanın ayrı bir anlam kazandığı Dünya Şampiyonasında olmayı çok isterdim. Oraya gelen en iyi 24 kadın takımını yerinde görmeyi, o güzel maçların en azından finallerini seyretmeyi, o son saniye gollerini, yedi metrelere giden maçları, Polonya, Rusya,  Hollanda, Romanya, Fransa takımlarının verdiği muhteşem mücadeleyi,  Macaristan ve Sırbistan'ın aldığı sonuçları, İspanya ve Karadağ'lı sporcuların motivasyonsuz hallerini, her takımı alkışlamayı, şampiyonu tebrik etmeyi ve  o duygularla bunları yazmayı çok isterdim.
Türk spor dünyasının ilgilenmediği, hiçbir televizyon kanalının vermediği, kendi hentbolcularımızın bile izlemediği,  dünyanın en güzel sporlarından birisi olan hentbolu, artık kadınlarında erkekler kadar mükemmel oynamaya başladığını herkese duyurmak isterdim. 
Yapamadım. 
Ama, denedim. 
"Yazı yazmak için orada bulunmak lazım" dedim.  Olmadı. 
Ehf, İhf 'ye "Beni de alın Dünya Şampiyonası kadrosuna" diye yazdım  Yine olmadı. 
Ama denedim. 
Hatta Spor Bakanının kapısını çalıp, "Sayın Bakanım, Hentbol çok güzel spor. Yayınlatın şu maçları, herkes izlesin" demeyi bile istedim. Olmadı. 
Çünkü bunu denemedim. 


Şaka bir yana, orada olup herşeye tanık olmayı,  olanları detayları ile yazmayı ve o şampiyonayı yaşamayı çok isterdim.
Danimarkalılar gibi yüzümü boyamayı,
Televizyondan mı öyle görünüyor yoksa Norveç takımı gerçekten bu kadar hızlı mı koşuyor diye kronometre tutmayı,
Sahaya adım attığı, topu eline aldığı,  hem oyuncu, hem kaleci olduğu anda, hentbolu ve kendisini bu kadar güzelleştiren Nora Mork'a tüm bunları sormayı, hentbolu herkese ama özellikle Ozan Can Sülüm'e daha çok sevdirdiği için kendisine teşekkür etmeyi, 
Heidi Löke ile her türlü güreşi yapmayı, 
Neagu topu aldığı zaman kalecilerin yüz ifadelerini yakından görmeyi, 
Romen Ungureanu'yu kaleye geçirip, "Sen bütün o atışları nasıl çıkarıyorsun. Geç bakalım!" kaleye deyip bir deneme atışı yapmayı, 
Fransız Lacrabere'e Macar Nagy Laszlo ile bir akrabalığı olup olmadığını sormayı, 
Eski başarılı günlerdeki gibi oynamaya başlayan, ama hala eski antrenörlük anlayışını devam ettiren Rusya'nın başındaki Trefilov'un sesini duymayı,
Yepyeni bir takım, yepyeni bir proje ile finale kadar gelmeyi başaran Hollanda ile dans etmeyi, 
Sol kanattan o muhteşem çevirme atışlarını yapan Camilla Herrem'e gidp, "Ya, bizim kanat oyuncuları bu atışları yapmıyor. Gel de bir göster Allah aşkına!" demeyi, 
Kore takımının aldatmalarını, 


Önümüzdeki yıl ve ay Erkekler Hentbol Avrupa Şampiyonu düzenleyecek olan Polonya kızlarının geldiği noktayı, 
Oynadığı oyunla büyük hayal kırıklığı yaratan Karadağ takımının neden böyle oynadığını bayan hentbolunun en önemli adamı olan Dragan Adzic'e sormayı, 
2014 yılının en iyi oyuncusu seçilen Amorim'i tebrik etmeyi,  
2013'ün en iyi kadın oyuncusu olan Sırp Andre Lekic gibi birçok önemli ismi bu Dünya Şampiyonası kadrosuna almayan antrenör  Saşa'ya bunları sormayı, 
Gülümseyerek hentbol oynayan her takımı, her oyuncuyu öpmeyi, 
Kazakistan takımına, birlikte bir kamp yapma önerisi ile gitmeyi, 
Bize, oynattığı hentbolu, her turnuvaya yeni isimlerle gelmesine rağmen nasıl hep şampiyon bir ekip yarattığını, Norveç takımını ve mükemmel teknik ekibini anlatması için Thorir Hergeirsson'u Türkiye'ye davet etmeyi, 

İHF başkanı Hassan Moustafa'ya da, "Hentbolu tüm dünyaya yaymaya çalışıyorsun ama hentbol Türkiye'de ölüyor. Birşeyler yap" demeyi, 

burada bilgi almak için saatlerce araştırmak, on beş gün boyunca ekran başında oturup, herkes bu güzel sporu seyretsin diyerek her dakika sosyal medyada bir paylaşımda bulunmak yerine, 
Hentbol ülkesi Danimarka'ya gidip, hentbolu bilen binlerce taraftarın arasına oturup tüm bunları izlemeyi ve yazmayı çok isterdim, ama olmadı, gidemedim, yazamadım. 

Ne yapalım! Nasip değilmiş. 







Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 09:44  No comments »

4 Aralık 2015 Cuma




 Öyle bir zamanda, öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, insan ne yapacağını, nasıl davranacağını gerçekten  bilemiyor. Her gün bir ölüm, her gün bir şehit, her gün bir patlama oluyor. Herkese, herşeye şüpheyle, öfkeyle bakıyor, korkuyla yaşıyoruz.

 

Yarınların bize ne getireceğini ise kesinlikle bilemiyoruz. Etrafımızdaki olaylara, ülkelere, yaşananlara baktığımızda da pek olumlu düşünemiyoruz. Kitap,  yerini silaha; hoşgörü, yerini kine; dostluk, yerini düşmanlığa bırakmış durumda.

 

Dünya kötüleşti. Dünya kötüleşti ancak, “insanoğlu” hala ne yaptığının farkında değil. Hep iyi niyetten bahsedip, hep kötü niyetli davranmak; hep barıştan söz edip, hep düşmanlık beslemek; hep elimizi uzatıp, sonra geri çekmek; hep yüzüne gülüp, hep arkasından itmek; insana, aklı olduğu için kendini şanslı sayan canlıya özgü bir şey olsa gerek.

 

Öyle değil mi? Hep doğruluktan bahsediyoruz, ama hep yanlış yapıyoruz. Hep zeytindalından bahsediyoruz, ama hep sadece dalını tutuyoruz. Hep doğruyu söylüyoruz ama hep, hep, hep, ısrarla, sürekli olarak  yanlış yapıyoruz.   

 

Bizler, sporun içindeki insanlarda pek farklı değiliz. Spor adamları, kulüpler, yöneticiler, antrenörler, sporcular, spor yazarları veya seyirciler olarak. Hep birlikte,  içiçe geçmiş bu renkli, anlamlı, güzel halkaları, birbirinden ayırmaya çalışıyoruz.


 

Dünya kötüleşti ve biz hala; insanları, ulusları, bayrakları, duyguları, yetenekleri, barışı, dostluğu;  basitçe, üzerimize giydiğimiz bir forma ile, elimize aldığımız bir top ile, kaleye attığımız bir gol ile  bize öğreten dünyanın en güzel uğraşı olan “sporu”  kirletmeye, yok etmeye devam ediyoruz.

 

En acı olanı da bu işte!  Sporun dışındaki değil, sporun içindeki insanların, sporu mahvetmesi. En dayanılmazı, en çirkin olanı da bu. Yöneticinin antrenöre, antrenörün sporcuya, sporcunun hakeme, seyircinin bunların hepsine yaptığı işler, hareketler, sarf ettiği sözler, akıl alır gibi değil.

 

Kimse kimsenin bilgisine, emeğine, terine, yaşına saygı göstermiyor. 

Yöneticiler sorumlu oldukları branşa hiçbir katkı sağlamayarak, hatta daha da kötüye sürükleyerek spora, branşa saygısızlık ediyorlar. 

Kulüp başkanları teknik adamın işine karışarak; bilgiye, emeğe, akıtılan tere saygısızlık ediyorlar. Antrenörler milli olması adına, tanıdık olması adına takımlarına aldıkları sporcularla; orada olmayı daha çok hak eden diğer yetenekli sporculara saygısızlık ediyorlar. 

Sporcular; sorumsuz-ahlaksız davranışları ile kulübe, antrenöre, emeğe, takım arkadaşlarına, aldıkları paraya, gerçek spor seyircisine saygısızlık ediyorlar. 

Mesleğine özen göstermeyen, kendini geliştirmeyen hakemler; sahadaki mücadeleye, sporculara, kulüplere, tribünlere saygısızlık ediyorlar. 

 

Ve, merdivenlerde oturan o seyircide; bir ulusun acısına saygısızlık edebiliyor, insanların kaybettiği canlara ıslık çalabiliyorlar. 

   

Dünya kötü değil. Dünyayı kötüleştiren, dünyayı yaşanmaz hale getirende bizleriz. 

Spor kötü değil. Spor; dünyanın en keyifli uğraşı.. Ancak sporu çirkinleştiren, sporu seyredilmez hale getirende bizleriz. En kötüsü de; zor günlerden geçtiğimiz bu günlerde bile birlikte olmayı, dayanışmayı, paylaşmayı, güzel olanı, doğru olanı alkışlamayı başaramıyoruz. 

 

Biraz saygı lütfen.. Kendinize, işinize, isminize saygı duyulmasını istiyorsanız; yaşama, ölüme, insanlığa, emeğe, akıtılan tere, verilen zamana biraz saygı lütfen

Biraz saygı lütfen.. Yanlış yapılanları değil, yanlış yapanları değil.. Kaybetse de doğru yapanları, kaybetse de doğru davrananlara biraz saygı lütfen.. 

Biraz saygı lütfen.. Pierre  de Coubertin’e, meşin yuvarlağa, yeşil sahalara, armalara, formalara, düdüğe biraz saygı lütfen.. 

Biraz saygı lütfen.. Spora, sporun öğrettiği, getirdiği, kazandırdığı güzel, doğru değerlere biraz saygı gösterin, bu değerleri koruyun ve bu değerleri hep, hep, hep, ısrarla, sürekli olarak besleyin lütfen. Lütfen.. 

 

 

Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 01:25  No comments »

30 Kasım 2015 Pazartesi


 

Son zamanlarda çalıştığım eğitim kurumu TED Ankara Koleji öğretmenlerine ve öğrencilerine yönelik olarak, NBeyin’den Doç. Dr. Sinan Canan hocamız ile “Öğreten ve Öğrenen Beyinler” eğitimlerini gerçekleştiriyoruz.Bu eğitimleri, eğitimlerin organizasyonunu yapan kişi olarak üç kez izleme şansım oldu. Gerçekten bir insan için gerekli çok önemli bilgiler ediniyoruz.

 

Peki, neden bu konuyu gündeme getirdim? Çünkü hiç birimiz, bir insan olarak, gerçekten özel bir ilgi duyup da araştırmadığımız takdirde, sahip olduğumuz 1400 gramlık bir maddenin bizi insan yapan en önemli organımız olduğunun pek farkında değiliz. Yine bu maddenin, dünyada bugüne kadar gelmiş geçmiş ve gelecekte de en yüksek kapasiteli saklama alanı olduğunu da bilmiyoruz. Sahip olduğumuz bu alanın nasıl ve ne kadarını kullandığımızı, nasıl kullanmamız gerektiğini de ne yazık ki bilmiyoruz. Hal böyleyken biz sürekli öğrenmeye, öğretmeye, davranış kazandırmaya çalışıyoruz.

 

İster öğretmen olarak ister antrenör olarak, bu konuda insanların kendilerini bilinçlendirmeye çalışmalarını, ondan sonra çalıştıkları grupların öğrenmelerine yönelik bir yöntem, teknik ve planlama yapmaları ile daha iyi katkı sağlayabileceklerini düşünüyorum. Bu nedenle sizler için biraz uzun da olsa, beyin ve spor ilişkisi ile“beyin fonksiyonları üzerine bazı bilgileri aktarmak istiyorum.

 

Son dönemlerde gündemdeki ilginç konulardan biri de spor ve beyin ilişkisi üzerine yapılan araştırmalardır. Daha önceden yapılmış olan araştırmalar uygun şartlarda yapılan egzersizin ya da sporun mutluluk hormonu olarak bilinen endorfin hormonunun salgılanmasına sebep olduğunu gösteriyordu. Spor ve beyin ilişkisihakkında gösterilebilecek en önemli kanıtlardan biri olan bu durum gerçekleştiğinde, kendinizi daha zinde ve daha mutlu hissediyor, rahatlıyorsunuz. Dolayısıyla hayatınızdaki bütün aktivitelerde pozitif yönlü bir gelişme kaydediyorsunuz.

 

Zihinsel performans ve fiziksel aktiviteler arasındaki ilişkinin araştırılması aslında çok eski tarihlere kadar uzanmaktadır. Ama anlamlı sonuçlara ulaşılan araştırmalar son yıllarda yapılmıştır. Nörologların önemli veriler elde ettiği çalışmaların başlangıcının Doğu Alman psikologların spordaki başarıyı artırmak için hangi türde zihinsel alıştırmalar yapılması gerektiği sorusuna cevap aramaları olduğu söylenebilir. Spor ve beyin ilişkisi üzerine yapılan araştırmalar hangi sportif etkinliklerin problem çözme ya da değerlendirme gibi zihinsel fonksiyonlar üzerinde etkili olduğunu saptamaya çalışan araştırmalar ile devam etmiştir.

 

Bu konularda araştırma yapılmasının sebepleri ise aslında açıkça görülebilir. İnsanların bazı becerileri edinme seviyeleri ile zihinsel performans arasında yadsınamayacak bir ilişki olduğu açıktır. Yani istenilen şekilde, becerikli şekilde tamamlanan bir hareketin ardında yine becerikli şekilde tamamlanmış olan bir zihinsel aktivite bulunmaktadır. Tabi bu durumda insanlardaki zihinsel becerilerin de, uygulanan fiziksel tecrübelerle birlikte geliştiğini düşünmek yanlış olmayacaktır.

 

Yapılan bazı araştırmalar, örneğin sınavlar öncesi gibi zihinsel aktivitelerin yoğunlaşacağı dönemlerden önce yapılan hafif ya da orta şiddette (maksimum %45) egzersizlerin başarı oranını artırdığını, yani zihinsel performansı olumlu şekilde etkilediğini ortaya koymuştur. İsveç’te koşu bandı üzerinde matematik problemleri çözülmesi şeklinde yapılan bir araştırma da benzer sonuçlar ortaya koymuştur.

 

Spor ve beyin ilişkisi üzerine yapılan araştırmalar, yapılan fiziksel aktiviteler sonucu sadece zihinsel performansın arttığını ortaya koymamaktadır. Spor yapan kişilerde sinir hücresi üretilmesini sağlayan faktörlerin uyarıldığını gösteren araştırmalar da yapılmıştır. Avustralya’da yapılan bir araştırmada bu sonucu destekleyen veriler elde edilmiştir. Araştırmaya bunama belirtileri gösteren 170 kişi katılmıştır. Bu kişiler 6 ay boyunca fazladan 20 dakikalık bir egzersiz programına dâhil edilmiş ve gözlenmişlerdir. Sonuçta bunama belirtileri olan deneklerin önemli bir kısmının zihinsel fonksiyonlarında gelişme olduğu saptanmıştır.

 

Direkt bu ilişkiyi incelemese de aradaki ilişkiyi ortaya koyan başka araştırmalar da bulunmaktadır. 2003 yılında yapılmış olan bir araştırma akciğer kapasiteleri daha geniş olan öğrencilerin aynı zamanda daha yüksek IQ puanına sahip olduğunu ortaya koymuştur. Spor yapmak akciğer kapasitesini artıracağı için beynin gelişimine olumlu bir katkı yapacaktır. Tabi spor yapmak kan dolaşımı üzerinde de olumlu etkiler yaratacak ve kan ile daha sağlıklı çalışan beynin gelişimine ve çalışmasına da olumlu yönde etki yapacaktır.

 

Fukushi Üniversitesinden Japon Dr. Kisou Kubota’nın yaptığı araştırmada, haftada 3 gün yarımşar saat ve orta düzeyde koşturulan gençlerin karmaşık zihinsel fonksiyonları ölçülmüştür. Bu gençlerin program öncesindeki sonuçları ile 12 haftalık program sonrasındaki sonuçlar arasında önemli gelişmeler olduğu saptanmıştır. Koşucular antrenman yapmayı bıraktıklarında ise zihinsel fonksiyonlarında düşüş olduğu saptanmıştır.

 

Sonuç olarak, spor ve beyin gelişimi arasında bir ilişki olduğu hatta bu ilişkinin çok kuvvetli olduğunu ortaya koyan önemli araştırmalar yapılmaktadır. Henüz tam olarak açıklanamasa da spor yapmanın zihinsel performansı olumlu şekilde etkilediği ortadadır. 

 

Tıpkı vücudumuzdaki kaslar gibi, beynimizi de ya çalıştırırız ya da tembelleştiririz. Kas hücrelerinin büyümesini teşvik etmek için nasıl spor yapıyorsak, beyin hücreleri arasındaki iletişimi kuvvetlendirmek için de bilmece, bulmaca, problem çözmek, yazmak, çizmek, okumak, ezber yapmak, satranç ve yabancı dil öğrenmek gibi zihnimizi zorlayan bazı etkinlikler yaparak beynimizi sürekli aktif tutmaya çalışırız. Ancak bilimsel çalışmaların sonuçları, hangi yaşta olunursa olunsun, düzenli olarak yapılan fiziksel hareket ve egzersizlerin sadece vücut sağlığı açısından değil, beynin zinde kalması için de çok önemli olduğunu gösteriyor. Özellikle kasların orta düzeyli zorlanmasından başlayan ve yüksek kalp atım oranının korunduğu hareketleri içeren aerobik tipi egzersizlerin, beynin moleküler düzeyden bilişsel ve davranışsal seviyeye kadar birçok işlevinde olumlu etkisinin olduğundan bahsedilmektedir. Günde en az 30 dakika yapılan egzersiz bilginin kolayca işlenmesine, hafızanın aktif kalmasına ve yeni beyin hücrelerinin gelişmesine katkı sağlamaktadır.

 

Vücudumuzu sportif etkinliklerle formda ve zinde tutmanın çocukluktan yetişkin döneme kadar çok uzun vadede beynin bilişsel işlevlerine katkı sağladığından, aksi takdirde ilerleyen yaşlarda hafıza zayıflığı ve erken bunama riskinin çok daha fazla olduğundan bahsedilmektedir. Örneğin hareketsiz bir yaşam tarzı olan yetişkin bireyler altı aylık aerobik hareket programına tâbi tutulmuş ve programın sonunda çalışmaya katılanların bilişsel egzersizlerdeki performanslarının arttığı, farklı görevler arasındaki geçişleri kolayca, yanlışsız tamamladıkları gözlenmiştir. Başka bir çalışmada, yaklaşık 1500 kişi 20 yıl boyunca takip edilmiş. Eğitim durumu, alkol ve sigara kullanımı da dikkate alındığında, orta yaşlarında haftada en az iki kez egzersiz yapanların 60-70 yaş aralığına ulaştıklarında hafıza zayıflığı riskinin önemli ölçüde azaldığı belirlenmiş.

 

Çocuklar dikkate alınarak yapılan çalışmalarda ise okullardaki 5-14 yaş aralığındaki öğrencilerden formda ve zinde olanların akademik testlerde diğerlerine göre daha başarılı olduğu tespit edilmiştir. Bu nedenle birçok ülkede, sağlık ve eğitim bakanlıklarının işbirliği ile okullardaki beden eğitimi ve spor derslerine ayrılan zaman artırılmış. İlkokul öğrencilerinin her gün en az 30 dakika, ortaokul ve lise öğrencilerinin ise günde 45 dakika fiziksel egzersiz yapmasına dikkat ediliyor. Sağlıklı bir vücut ve beyin için yetişkinlerin de her gün 10.000 adım atmasına yönelik bilinçlendirme ve farkındalık yaratma çalışmaları yapılmaktadır.

 

Hayat; problem-çözüm, problem-çözüm... Hayatın bir problem çözme döngüsü olduğunu hepimiz biliriz. Ancak, herhangi bir sorunla karşılaştığımızda, kimimiz seri bir şekilde çözüme ulaşırken kimimiz daha büyük sorunlara sebep oluruz. Bu farklılığın nedeni nedir sizce? “Beyinle Görme ve Problem Çözme” eğitimini verebildiğimiz zaman, çocuklar hayatı bir sporcunun, ressamın beyniyle görecek, yaşam denen tabloya bütüncül ve farklı açılardan bakma yeteneği kazanacaklardır.

 

Deneylerden anlaşıldığı kadarıyla, ön beynin düşünceleri kontrol edici etkisi, özellikle sağ beynin “objelerden-kavramlardan-ön kabullerden bağımsız” olan içsel düşünme süreçlerini baskılayarak, bildiğimiz maddi, objektif, tanıdık ve “gerçek” dünya ile baş edebilmeyi sağlıyor. Hepimizin bildiği gibi, sanatsal işler ve yaratıcı düşünceler ise bunun tam tersi bir zihinsel ortama gereksinim duyuyor: Nesneler ve kavramlar arasında ilişkilerin silikleştiği, kalıpların ortadan kalktığı, benzemez nesne ve kavramlar arasında yeni ilişkilerin yakalandığı “dağınık” zihinsel haller. Kısacası, bize mantıklı ve rutinlere dayalı bir hayat yaşama kolaylığı sağlayan ön beynimiz, aynı zamanda “kutunun dışından” düşünme yeteneğimizi de elimizden alıyor.

 

Bu, elbette beynimizin doğal özelliklerinden birisi. İnsanlar olarak temel sorunumuz, kurduğumuz medeniyet ve benimsediğimiz eğitim sistemi mantığı ile beynimizin analitik, mekanik ve rutine alışkın kısımlarına fazla yüklenmemizden kaynaklanıyor gibi görünmekte. Çocukların zihnindeki zengin dünya, özellikle eğitimden gelen tecrübelerle, soğuk, ayrık, somut ve yeknesak “şey”lere indirgeniyor. Böyle olunca da insanoğlunun bu dünyaya gönderilmesindeki en önemli sebeplerden birisi olan “görülmeyeni görme” yeteneği yavaş yavaş elimizden kaçıyor. 

 

Etrafımızda olan biten olayları, gördüğümüz nesne ve biçimleri, yahut etrafımızdaki çeşitli davranış biçimlerini anlamak yahut anlamlandırmak için akıl yürütme melekelerimizi kullanıyoruz. Zihnimizin önemli yeteneklerinden bir tanesi, etrafımızda gözümüze çarpan her şeyi, kendisini oluşturan bileşenlere ayırmak ve bu bileşenleri ayrı ayrı inceleyerek bütünün nasıl meydana çıktığı hakkında fikir yürütme yeteneğidir. İndirgemeci düşünce dediğimiz bu yöntem özellikle sıra takip etmesi gereken bir dizi işi yürütürken, mesela evimizi derleyip toplarken, yahut bir araştırma projesi için bilimsel çalışma yaparken bizim işimizi çok kolaylaştırır. Bu yeteneğimizi büyük oranda beynimizin en ön kısmında bulunan “frontal” bölgede doğuştan sahip olduğumuz sinirsel devreler sayesinde gerçekleştirebiliriz. Birisinin, bize kelimelerle konuşarak anlattığı uzun bir mantık dizgesini takip ederek sonuçta dinlediğimizden bir anlam çıkartmamızı sağlayan anlama yeteneğimiz de de yine büyük oranda bu bölgedeki devrelere bağlıdır. Kısacası genelde “insan aklı” diye nitelendirebileceğimiz yetenek, beynimizin ön kısımları tarafından kontrol edilir.

 

Bu yeteneğin hayatımızın merkezinde olduğundan hiç şüphe yok. Neredeyse uyanık geçirdiğimiz tüm zamanlarımızda, en alt düzey işimizden en karmaşık faaliyetlerimize kadar hemen her işte bu akıl yürütme devrelerini ve onun parçalara-bölüp-inceleyen mantık dizgesini kullanırız.Fakat bu işi yürüten beyin devrelerinin ilginç bir sınırlılığı da var: Beynin ön kısmı tarafından yönetilen akıl yürütme sistemi, aynı anda en fazla 5-7 tane bileşenle uğraşabilir. Mesela 7 haneli bir telefon numarasını bir süre bakınca kısa süreliğine bu bellekte tutabiliriz; fakat araya başka bir iş, zihni meşgul edecek başka bir olay girdiğinde, o bilgiyi çabucak unuturuz; çünkü yeni gelen sorunları halletmek için beynin ön kısmındaki devreler “eski” işleri hemen silerek devreden çıkartmak zorundadırlar.

 

Bu yüzden aynı anda birçok işi yapmaya kalkmak genellikle dikkatimizi dağıtır ve işlerin hiç birisini verimli bir şekilde tamamlayamamamıza neden olur. Bu kısıtlı ve en fazla bir kaç dakikalık işlem belleğine o yüzden “çalışma belleği” adı verilir. Bildiğimiz akıl yürütme sürecini aşan ve beynimizde muhtemelen daha başka devrelerin yardımıyla elde ettiğimiz bu şaşırtıcı yetenekler aslında “örüntü algısı” dediğimiz bir meseleye dayanır.

 

Örüntü algılama, dünyanın bilgi parçalarından ziyade, “yığın”lar (chunks) biçiminde algılanmasına ve depolanmasına imkan verir. Zihnimizin örüntü algı donanımı, bir kez tanımlayabildiği ve ayırt edebildiği bir örüntü ile karşılaştığında, bunu bir “yığın” olarak kaydeder. Yığın, rastgele bir bilgi istifi olarak anlaşılmamalı; tam tersine, yüksek düzeyde organize olmuş, büyük bir örüntü ile birbirine bağlı bileşenlerden oluşan bir depo birimidir. Yığın depolama sistemi aslında bir öğrenme yöntemi olarak da kullanılır. Söz gelimi, derslerde karşımıza çıkan çok sayıda ve genellikle birbiri ile alakasız bilgi, anlamlı yığınlar halinde organize edildiğinde daha rahat öğrenip hatırlanabilir. Bu teknik de aslında zihnimizin binlerce yıldır kullandığı doğal örüntü algısı sisteminin zayıf bir taklidinden ibarettir.

 

Örüntü bilgisinden faydalanarak ani ve doğru kararlar alabilmemiz, adeta bazen duyu dışı algılamaya yahut kehanete benzer çıkarımlar yapabilmemiz, büyük oranda bu “yığın” sisteminin yapısından kaynaklanır. Daha önce bolca gözlemlenmiş ve öğrenilmiş örüntü yığınları, benzer bir süreç veya ipucu ile tekrar karşılaştığımızda otomatik olarak devreye girer ve söz konusu örüntünün nereye doğru evrileceğine, nelere sebep olabileceğine dair bize derinlikli fikirler verebilir. Usta bir doktor hastasının yüzüne ilk baktığında, usta bir müzisyen elindeki enstrümanı tınlattığında, bir anne bebeğinin sesini duyduğunda ve yıllanmış bir asker ufukta belli belirsiz imgeler görmeye başladığında, beyinlerde harekete geçen örüntü yığınları, detayları analiz etmeye gerek bırakmadan hızla bir sonraki adımı hesaplamamızı sağlar. 

 

Yığın depolama sisteminin önemli bir avantajı da, depolanan örüntü yığınlarının müstakil ve birbirinden ayrı birimler olmamasıdır. Öğrenilen her örüntü yığını, aynı zamanda başka örüntü yığınları ile de kesişimler içerebilir ve böylece yeni öğrenilen bir yığın, hem eski yığınların örüntüleriyle bağlanarak zenginleştirilir, hem de eski örüntülerin yığınlarına yeni katkılar sağlar. Zihnimiz, adeta örüntülerin dans pistidir; ve biz bu büyülü danstan elde ettiğimiz bilgileri hiç farkına varmadan her an kullanır ve yaşamımıza devam ederiz.

 

Bu dünya üzerinde yaşayan diğer canlılarla karşılaştırdığımızda, insanoğlu çok ileri düzeyde yaratıcılık göstermesiyle hemen öne çıkan bir canlı türüdür. Fakat bildiğimiz bir gerçek var ki, her insan yaratıcı ve sanatçı özelliklere aynı oranda sahip değil. Peki beyinlerimizi bu kadar farklı kılan, yaratıcılık özelliğinin böyle eşitsiz dağılımına sebep olan şeyler hakkında bu gün ne bilebiliyoruz?

 

Yaratıcı düşünce, beynin hemen hemen tüm alanlarının birlikte hareket etmesini gerektiren bir süreç. Bugün modern beyin görüntüleme çalışmalarından elde edilen bilgiler, dikkatlerimizi özellikle sol-ön (frontal) beyinle diğer bölgelerin ilişkisine çekiyor. Yapılan birçok çalışma, yaratıcı düşüncenin beynin bir bölgesi yahut lobu ile ilişkili olmaktan ziyade, tüm beyne yayılmış bir şebekenin işlevi olması gerektiğini düşündürüyor. Yani beyinde özel bir “yaratıcılık” bölgesi bulmak pek mümkün değil. Bunun yerine, aynen bir bilgisayarın tüm parçalarının içindeki yazılıma göre çalışması gibi, zihnin yaratıcı özelliklerini belirleyen şey de gerek doğuştan gerek deneyimler yoluyla edinilen birikimlerin ortak bir sonucudur.

 

Önemli sorunlardan bir tanesi, her insanda belli düzeyde bulunan yaratıcı düşünce yeteneğinin ancak nadiren ortaya çıkması sorunu. Özellikle eğitim sisteminin yaratıcı ve sıra dışı düşünce yetisini ciddi olarak sakatladığını ve insanları belli kalıplar içinde düşünmeye şartlandırdığını artık oldukça iyi biliyoruz. Beyin üzerinde yapılan çalışmaların da gösterdiği sonuçlar, bu tecrübemizi doğrular nitelikte.

 

Beynimizin ön bölümü, yani bilimsel adıyla frontal korteks, bizi diğer hayvanlardan ayıran en önemli donanım farkımızdır aslında. İnsan beyninin yüzde 40 kadarın kaplayan bu alan, en gelişmiş memelilerde bile ortalama yüzde yirmi kadar bir alan işgal eder. Bu bölgenin işlevlerine baktığımız zaman ise, bizi insan yapan özelliklerle frontal işlevler arasında yakın bir paralellik görebiliriz. Akıl yürütme, karmaşık görevleri tasarlama, aşamalarla iş görebilme, kısa vadeli tahminler yapma, irade kullanma, analitik düşünce, duyguların bilişsel kontrolü gibi insana has birçok özellik, alnımızın arkasında bulunan beyin bölgeleri tarafından yönetilir. Beyninin bu kısmı hasar gören insanlarda bu yeteneklerin de kaybolduğu birçok değişik vaka ile sabittir.

 

Ön beyin devrelerinin bir başka işlevi de bizi mantıklı düşünce dizgesi içinde tutmak ve belli rutinlere göre kolay bir şekilde yaşayabilmemizi sağlamaktır. Bu devreler sayesinde duygularımızı, itkilerimizi ve arzularımızı değişik seviyelerde kontrol ederek, rutin işlerimize yoğunlaşabilir ve bilincimizi dahi kullanmadan karmaşık işlerin üstesinden gelebiliriz. Fakat anlaşılan o ki, yaratıcı ve sıra dışı düşünme açısından bu özelliğimiz bize bazı dezavantajlar da sağlıyor. Beynin ön bölgelerinin deneysel olarak geçici bir süre susturulması, yaratıcı yeteneklerin ilginç bir şekilde gün yüzüne çıkmasına neden oluyor.

 

Neticede beyin bilimleri, aslında uzun zamandır fark ettiğimiz bir soruna başka bir açıdan daha dikkat çekiyor. Beynimizin mekanik tarafına odaklandıkça, bizi insan yapan büyük resimden uzaklaşıyoruz. Elimizdeki sistemi kökten değiştirmek zor olsa da, bu büyük hatayı tamir etmek üzere ufak değişiklikler ve çalışmalar yapmaya başlamak zorundayız. Zira her birimizin bu konuda yapabileceği bir şeyler var. Bu kadar büyük beyinlerle, bundan daha iyisini yapabilecek durumdayız.

 

Sonuç olarak; iyi bir sporcu olmak her ne kadar yetenek gerektirse de antrenmansız bir spor düşünülemez. Peki, nedir antrenmanın önemi? En başta sporcuyu zinde tutması gelirken, öte yandan da sporcunun maç esnasında karşılaşılabilecek  durumları önceden yaşatıp sporcunun çözüm bulmasını ve beyninde nöronlar arası bağlantı kurup çözümleri kaydederek bu çözümleri maç sırasında da hatırlamasını sağlar. Yani devreye motor öğrenme mekanizması girer. Gördüğünüz gibi, sadece fiziki açıdan değil zihinsel açıdan da antrenmanların önemi çok büyüktür. 

 

Öte yandan, tecrübeli sporcuların tecrübesizlere nazaran daha başarılı olması da yine nöronlar arası sıkı bağların kurulmuş olmasından ve tecrübesiz sporculara nazaran daha fazla durumla karşılaşılmasından kaynaklanmaktadır. Fakat belli bir yaştan sonra kişinin fiziksel açıdan yetersizleşmesi, bazı spor dallarında (özellikle fiziksel mücadele ve kondüsyon gerektiren sporlar) sporu bırakmasına veya performansın düşmesine sebep olmaktadır. 

 

Antrenman, maç esnasında karşılaşılabilecek pozisyonları “önceden” öğretir, fakat önceden öğrenmek de bazı durumlarda yetmez. Birebir mücadele gerektiren sporlarda hız ve tahmin de çok önemlidir. Yani, rakibinin yapacağı hamleyi önceden tahmin etmek ve ona göre kendi hamleni en kısa sürede yapmak. Bu bağlamda karşımıza 2 tane başlık daha çıkıyor. Hızlı karar alma ve tahmin yeteneği. 

 

Karar alma süreci, beynin medial frontal korteks ve basal ganglia bölgelerinin, karşılaşılan durumu ve yapılacak hareket seçeneklerini değerlendirip aralarından en iyisini seçip motor kontrol sistemine göndermesi ile gerçekleşmektedir. Yapılan araştırmalarda profesyonel sporcuların amatör sporculara göre efor sarfedilen deneylerde 0.04 (1.61sn - 1.65sn) saniye daha erken karar verdikleri ve verilen kararların amatör sporculara göre daha fazla doğruluk yüzdesine sahip olduğu bulunmuştur. Eforsuz testte ise aralarında sadece 0.01 saniye varken, karar verme süreleri de daha uzun sürmektedir (1.94sn - 1.95sn). Anlatmak istediğimiz, karar verme sürecinin hem çok kısa bir sürede olduğu hem de profesyonel sporcuların daha hızlı karar verebildikleridir. Bunu sebebinin ise profesyonellerin karar verme mekanizmasının daha eğitimli olması olduğu düşünülmektedir.   

 

Tahmin yeteneği ise, sporcunun rakibinin hareketlerine, duruşuna bakarak ve pozisyon tecrübelerini kullanarak yapacağı hamleyi tahmin etmekten öteye gidemez. Yani ne kadar çok karşılaşmaya veya yarışa çıkıldıysa, o kadar daha fazla pozisyonla karşılaşılmış, sinir hücreleri arasında daha sıkı ve daha çok bağ kurulmuş, kısaca tecrübe edinilmiştir (veya pozisyon öğrenilmiştir). Bu yüzden, tecrübeli sporcular, tecrübesizlere nazaran, rakibinin hamlesini daha doğru tahmin edebilmektedir. 

 

Yapılan çoğu işte gerektirdiği gibi, sporculukta da konsantre olmak çok önemlidir. Yukarıda da anlattığımız gibi çok kısa zaman aralıklarında yaşanan bazı pozisyonlar için konsantrasyonun son derece yüksek olması gerekir ki tepkinizi ve antrenmanlarda öğrenilenleri uygulayabilesiniz. Bu konsantrasyonun sağlanabilmesi için de yarışma ve maçlardan önce sporcular antrenörleri tarafından kampa alınır. Bu kamplarda sporcular duygusal açıdan ve psikolojik açıdan rahatlayarak, seyirci karşısında sadece yarışmasına odaklanmasına yardımcı olur. 

 

Görüldüğü üzere antrenman yapmak, yetenekli olmaktan çok daha önemlidir. Eğer, hem yetenekli hem de antrenmanınızı düzgün yapıyorsanız, iyi bir sporcu olma yönünde ilerliyorsunuz demektir. 

 

Derleyen: Dr. Zeki Pehlivan

 

 

Yararlanılan Kaynaklar:

 

http://www.safahastanesi.com.tr/saglik-kosesi/Uz-Dr-GUCLU-ILDIZ/Spor-ve-Beyin-Iliskisi-Nasildir

http://bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/spor-yap-beynin-formda-kalsin

http://www.nbeyin.com.tr/

http://nbeyin.com.tr/blog/yaratici-zihnin-frenleri/

http://nbeyin.com.tr/blog/zihnimizin-gizli-hazinelerinden-bir-numune-oruntu-algisi/

http://www.evrimagaci.org/makale/495

 

 

4

 

Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 01:21  No comments »

23 Kasım 2015 Pazartesi



“Nerdesin Zeki ya! Nerdesin!
Saat kaç oldu! Nerdesin be yavrucuğum! Hani bugün gecikmeyecektin! Hani bugün erken gelecektin ya! Yine bir cinayete, yine bir cinnete, yine bir illete mi rastladın gece gece!”
Ne zormuş Komiser eşi olmak.. Hep merak, hep endişe, hep korku.. Telefona, kapıya rahat bakamaz, haberleri rahat dinleyemezsin.
Offfff of! Bu ne böyle ya! Böyle hayat mı olur.
Halbuki çok dediydim ben ona; “Bırak şu “Amirlik, mamirlik” işlerini Zeki.. Gel gidelim Ankara’ya.. Tamam sen çalışkansın, dürüstsün, yaptığı işi doğru yaparsın ama gel bunları hentbolda yap. Sen hentbolcusun. Bak seni anan tam hentbol için yaratmış” diye..
Ama o ne yaptı!
”Yok kızım, hentbola yıllarca emek versen bile, hentbolda yaptıkların görünmez, bilinmez. Ama bak burada Celil var, İrfan var. Seni unutmayan, senin canını kurtarmak için hayatını tehlikeye atan insanlar var.” dedi.
“Yapma Zeki, birde beni düşün. Sabah akşam senin iyi olup olmadığını, başını birşey gelip gelmediğini düşüneceğim. Bak bu gidişle sağlığımdan olacağım.”dedim. “Hem Polis olmayı çok istiyorsan git, Polis Akademisinin Hentbol takımı var. Orada oyna.”
Ama o ne dedi!
“İyi işte!  Bak bu şekilde polislerin ve polis eşlerinin ne çektiğinide anlamış olursun.” dedi. Bir de Allahaşkına Zeynur, bari bu sen söyleme! Sen değil misin gece gündüz hentbolu düşünen! Bu çok mu sağlıklı sanki!”dedi.
Bir şey diyemedim. “Tamam o zaman” dedim. Ama hep zamanında geleceksin, beni merakta bırakmayacaksın, her gittiğin yerden telefon edeceksin, tamam mı!”dedim.
Hep zamanında geldi, he telefon etti, beni hiç merakta bırakmadı.
Taaa o geceye kadar.. O gece hiç aramadı.
RAL Hastanesinin, Deccal ve Japon’un vurulduğu, gökyüzüne silahların, alevlerin yükseldiği gece hiç, ama hiç aramadı. 


Bekle Allah bekle! Ara Allah ara! Yok! Yok! Yok! Gençlik Park yarıldı da Zeki içine girdi sanki! Abdi İpekçi Parkındaki “Eller” kaptı götürdü sanki Zeki’yi..
Yattım, kalktım. Yattım kalktım. Yattım, kalktım. Üç kez yaptım bunu.  Uyuyamıyordum. Vereceğim haberin heyecanı ve sevinci değil, artık sıkıntıdan uyku tutmuyordu beni.. Dizlerimi karnıma çekiyorum, kollarımı bacaklarıma doluyorum, beşik gibi sallanıyorum, ofluyorum, pofluyorum yine de olmuyor.
Gelmiyor, gelmiyor! Gelince sormazsam ona! Hani benden çok korkuyordu. Korkan adam saatlerce bekletir mi karısını..
Zeki bari bu gece bekletme! Bu gece özel bir gece.. Bu gece çok “Doruk’ta bir gece.. Bir çocuğumuz olacak Zeki. Bunu bilmen lazım. Ne olur fazla bekletme! Hadi yavrucuğum. Çık gel artık! 
Hem ne güzel giyinmişim, süslenmişim. Bir düğün günü, bir bugün bu kadar güzelleşmişim. O gece Ankara’da gökyüzüne yükselen kırmızı ışıklar gibiyim ben de..  Alev alev..
Gel artık Zeki  gel! Sana söyleyeceğim çok güzel şeyler var. Bak dokuz ay on gün sonra bir bebeğimiz olacak diyecem. “Kız olursa Gizem, erkek olursa Doruk koyalım” diyordun ya!  Artık koyabiliriz diyecem.
Gel artık Zeki ya, gel ne olursun!
Komiser eşi olmak ne kadar zormuş. Ben dedim sana Zeki .. “Gel hentbol oyna. Her yere beraber gider, beraber geliriz. Ne ben seni, ne sen beni merak ederiz” diye..
Ama dinleyen kim! Ama sözüm söz.. Bu geceyi bir atlatalım, bu haberi bir vereyim. Dokuz ay on gün bir geçsin, dokuz yıl on gün bir geçsin. Sözüm söz. Oğlumuz olursa hentbol oynatacağım. Ne o öyle.. Hep merak, hep merak.. Nereye kadar.


Yok bu böyle olmayacak! E be  Allahın kulu, bir telefon et bari ya! Bu kız beni merak etmiştir, bu kız şimdi giyinmiştir-süslenmiştir beni bekliyordur -yok onu dememiştir- uyumamıştır diye bir telefon et ya!
Amannnn niye bekliyorum ki! Git yat kızım. Bunun geleceği yok. Ama duuuuur. O beni burada saatlerce merakta bırakırken iyiydi. Ben ona bir mektup yazayım da gelince okusun bakalım. Bir kadın nasıl ıstırap çekiyormuş görsün bakalım. Görsün de aynı ıstırabı da o çeksin bakalım. Var mı öyle evliliklerde tek taraflı ıstırap.. Anca beraber ıstırapça beraber, değil mi!
                Canım
                Kızdığım kişiye niye “canım” diyerek başlıyorsam.. Ben kızdığımda “Zeki” derim.
Gece yarısına kadar bekledim. Ne geldin, ne bir telefon ettin. Bu gece bizim için çok özel, çok güzel bir gece olacaktı. Ama sen bu geceyi mahvettin. Sana söyleyeceğim şeyi asla bilemeyeceksin. Beni sakın arama. Ben Yüksek Hızlı Trene binip Eskişehir’e, annemlere gidiyorum ve bir daha gelmeyeceğim. Sen ise bu gece sana söylemek istediklerimi;  yıllar sonra Kızılay’da elinde spor çantası, kara kaş, kara gözüyle sana  tıpatıp benzeyen ve sana  hentbol oynadığını söyleyen bir çocuğa  çarptığında  anlayacaksın. Beni bir daha arama komiser Zeki.
İyi ol canım. Niye hala “canım” diyorum anlamadım ki!
Hep iyi kal. Hala “iyi”olmasını istiyorum. Eee ne de olsa çocuğumun babası..
Zeynur

Utanmadan bir de gülüyorum yazdıklarıma.. Gülme Zeynur gülme! Ya da şimdi gülde, telefon açıp, “Zeynurcum geciktim, bir  daha olmayacak, bizim işi biliyorsun, işim uzadı” gibi sözlerine, özür dilemelere sakın kanma sakın..
Git Zeynur üzerini değiştir. Günlük temizlikte kullandığın pijamaları giy.. Saçlarını dağıt, suratını as, hiç konuşma.. Görsün bakalım ıstırap nasıl çekiliyormuş. Bir  kadını bekletmek nasıl birşeymiş görsün bakalım.
Onun havası ancak karakoldakilere geçer burada ben..” derken sehpanın üzerindeki telefon sağa sola titremeye başladı. “Canım arıyor” yazıyor. Bu geceden sonra buraya “canım çok geç arıyor” yazıcam.
“Zeki”..
Demiştim, kızınca “canım” demem, “Zeki” derim diye..
“Siz Zeki’nin hanımıydınız değil mi?” “Bu geceden sonra değil” diyeceğim ama diyemiyorum.
Siz kimsiniz?
“Bi abisi.. Celil ben.”
Zekiye  birşey mi oldu?
“Yok yok sadece..”
Zeki’ye bir şey mi oldu? Çabuk söyleyin.
“Yok yenge, yok. Kendisi Ankara Tıp Hast..”
Zeki öldü mü yoksa?
“Yengeeee… Sen kendini hikayeye fazla kaptırmışsın galiba. Komiserim gayet iyi.”
Ölüm, ameliyat, Deccal’in kalbi, sağ kaşın düşüşü, bakışlar, duruşlar falan.. Ne bileyim korktum biraz..
“Yok yenge yok! Kitap bitti sadece kitappp..”

Ne dediğimi anlamadınız değil mi? Ne dediğimi anlamadıysanız o zaman siz hala;
                             1-Sezgin Kaymaz’ı tanımıyorsunuz,
              2- Sezgin Kaymaz’ın son kitabı, Son Şura kitabını  okumadınız,
         3-Ankara'yı, Deccal’in kim olduğunu bilmiyorsunuz,
         4-Gerçek Komiseri, karısını ve çocuğunu tanımıyorsunuz, 
              5-Hatta, Sezgin Kaymaz, Zeki, Zeynur ve Doruk'un hentbol oynadığını hiç bilmiyorsunuz demektir. 
 

“Son Şura” kitabını  Sezgin Kaymaz  yazdı ama içinde Sezgin Kaymaz adından daha çok  Zeki ve Zeynur vardı. Sonsuz teşekkürler hocam. Bu kitap,  aldığımız madalyalar, kupalar kadar daha değerli bizim için.. Bu kitap bu nedenle bunların arasında yer alacak bundan sonra..
Kitaptaki Zeki'ye verdiğiniz hayat gibi hayat verdiniz bize hocam. Sağolun, varolun.
Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 10:12 in    No comments »

Bookmark Us

Delicious Digg Facebook Favorites More Stumbleupon Twitter

Search