Zeynur Pehlivan; Beden Eğitimi Öğretmeni, Milli Hentbolcu, Antrenör, Hentbol Yazarı; Eğitim Uzmanı, Milli Hentbolcu Zeki Pehlivan'ın Eşi; Lise Öğrencisi, Milli Hentbolcu Doruk Pehlivan'ın Annesi
  • Kaliteli Hentbol : Seyirci

    Türkiye de ki U20 Avrupa Erkekler Hentbol Şampiyonası esnasında Talant Dujshebaev ve Heiner Brand’la sohbet etme şansına sahip olmuş, Heiner Brand’a ise bir çok sorunun ...

  • Bir Hentbol Maçına Bunun için Gitmelisiniz..

    Pek çok spor dalı bir birine benzer özellikleri ve becerileri içerir. Bu becerilerin üst düzeyde uygulandığı sportif özelliklerde bu branşın güzelliklerini ortaya çıkarır....

  • Siyah Final

    Herkes tahmin eder, Erkekler Hentbol Süper Liginde Beşiktaş’ın final oynayacağını. Ve bu nedenle gözler diğer finaliste çevrilir. ...

18 Aralık 2016 Pazar


Sadece hentbolcu olduğum için değil; Atletizm branşının, yani sporun anası olan mükemmel bir sporun bütün dallarını hentbolda gördüğüm ve bulduğum için, hentbol sporunu güzel bulduğumu defalarca yazmış ve söylemişimdir.
Hızlı hücuma giderken 100 metre yarışındaki gibi süratler; kale atışı uygularken Cirit Atmadaki gibi atışlar; 60 dk. boyunca hem hücum, hem savunmada ayakta kalmaya çalışırken 5000 m., 10000 m. veya bir Maraton yarışındaki gibi dayanıklılıklar; savunmanın üzerinden veya kanatlardan atış uygularken bir Engelci, Uzun Atlama veya Yüksekçi gibi yükselme ve mesafe kat etmeler; pivot oyuncusunun savunma oyuncusundan kurtulmak için bir Çekiççi hızıyla yaptığı dönüşler..
Dayanıklılık, kuvvet, sürat, koordinasyon, estetik en üst safhada..
Tüm vücudun kuvveti, tüm organların sürati,  tüm aklın dikkati en üst safhada..
Hentbol işte tüm bu güzellikleri birarada bulunduran ve tüm bu güzellikleri muhteşem bir şekilde bize sunan bir spor.
Ama durun! Hentbolun güzelliği henüz bitmedi. Hentbolun güzelliği sadece bu kadar değil!  Hentbol tüm bunların yanında öyle güzel birkaç şeyi daha içinde bulundurur ki, buna “Hayır!” diyen bir erkek, ya da bir çocuk henüz görmedim. 
Şimdi biraz önce saydığım dayanıklılığa, sürate, kuvvete, akla, estetiğe bir de milyonları peşinden koşturan o meşin yuvarlağı, o meşin yuvarlağın doksandan girdiği ağları, o direkleri ve sonrasında gelen o “GOLLLL” seslerini ekleyin! Yani top, kale ve golü ekleyin! 
Ortaya öyle güzel bir spor dalı çıkıyor ki! Ortaya, stadlara binlerce insanı toplayan iki güzel branşın, atletizm ve futbolun karışımı çıkıyor ki, sormayın gitsin! 
İşte bunun adı hentbol!
Bolt gibi koşan bir sporcu da görürsünüz hentbolda, Messi gibi aldatma yapan da..
Anita Wlodarczyk gibi güçlü bir kadın da görürsünüz hentbolda, Zidane gibi estetik gol atan da..
Carl Lewis gibi uçan bir atlet de görürsünüz hentbolda, İbrahimovic gibi mesafe tanımadan şut atan da..
İşte bunun adı hentbol!


Ve en önemlisi de ne biliyor musunuz? Hentbol seyretmenin en büyük keyfi ne biliyor musunuz? Atletizmdeki gibi tek başına koşmuyorsun! Futboldaki gibi hücum ve savunma oyuncuları olarak ayrılmıyorsun! Hep beraber koşuyor, hep beraber savunma yapıyor, hep beraber hücuma gidiyorsun! Hep beraber yeniliyor, hep beraber kaybediyorsun! 
Kanat oyuncusu da gol atıyor, kalecisi de.. Oyun kurucusu da yedi metre atıyor, pivot oyuncusu da.. Sahadaki de topa dokunuyor, kenardaki de.. Her oyuncu zaman alıyor, her oyuncu sahaya giriyor, her oyuncu mücadeleye katılıyor hentbolda..
Hentbolun güzelliği, hentbolu diğer branşlardan ayıran en önemli özelliği işte burada. “Oyuna giremezsin!” “En fazla üç oyuncu değiştirebilirsin!” “Oyuncuya dokunamazsın!” diyen yok! 
Hentbol; dilediğince koşabildiğin, dilediğince gol atabildiğin, dilediğince yeteneklerini ortaya koyabildiğin bir spor dalı..
Hentbol; sporcusuna bütün özgürlükleri tanıyan bir spor dalı..
Bugün Kadınlar Hentbol Avrupa Şampiyonasında final günü. Bu güçlü, bu süratli, bu dayanıklı ve bir o kadar güzel kadınları; bu estetik, bu akıl, bu özgürlük ve bir o kadar bol gollü bu güzel hentbolu izlemenizi öneriyorum.
Hentbolun ne kadar muhteşem bir spor olduğunu bu mücadeleler esnasında göreceksiniz. İyi seyirler.,
#HentbolGüzeldir #PureHeartAllHands #EHFEURO2016
Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 00:19  No comments »

13 Aralık 2016 Salı

Ankara Yıldırım Beyazıt Lisesi’nde öğretmenlik yaptığım günlerdi. Kalkmış, kahvaltımı etmiş ve o zamanlar kullandığım bordo küçük Peugout arabama binip okula gitmek için yola çıkmıştım. 
Bir süre yol aldıktan sonra bir an cüzdanımı yanıma almadığımı, evde unuttuğumu fark etmiş ve bir süre ne yapacağıma karar verememiştim. Dönüp almalı mıydım, yoksa okula mı geç kalmalıydım! Dersime, okuluma hiç geç kalmamıştım ve o gün de kalmak istemiyordum. Kenara çekip durdum. “Eyvah! Aksilik değil mi! Ya bir şey olursa!” diye düşünmeye başladım. 
Dönüp dönmemek arasında karar veremiyordum. Ama birkaç saniye sonra kararımı belirleyen ilginç bir şey oldu. Arabamın tam önünden kara bir kedi geçti. 
 “Tamam!” dedim. “Okula gidiyorum! Kara kedinin uğursuz olup olmadığını ben bugün bu şekilde test edeceğim!” dedim ve gülerek yola çıktım. Gidiyorum ama bir taraftan da kendi kendime  “Zeynur! Yanında ehliyetin yok! Kimlik kartın yok! Her zamankinden daha dikkatli araba kullan lütfen!” diyorum.
Bu düşüncelerle kaza, bela olmadan okuluma ulaştım.
Dersim bitti. Dönüş vakti geldi. Arabaya bindiğim anda beni aldı yine sabah geliş anındaki duygular, düşünceler… Ehliyet yok, kimlik yok! “Ha gayret Zeynur! Sabah okula nasıl sakin bir şekilde geldiysen şimdi o şekilde git kızım evine!” diyorum.


Yola çıktım. Sorunsuzca dönüş yapacağım Kazım Karabekir Caddesine kadar geldim. Kırmızı ışığın yandığını görünce durdum. Durunca, dönüş yapacağım tarafta bir polis aracının beklediğini gördüm. Tabii aklımdan da size yazdıklarım geçiyor. Ben polise odaklanmış ve bu düşüncelere dalmışken arkamdan güçlü bir klakson sesi duydum ve yeşil ışığın yandığını bana işaret ettiklerini düşünerek hareket ettim.
Etmez olaydım! Geçtikten sonra fark ettim ki, arkamdan hiçbir araç gelmiyor! Bu kural dışı ve dikkatsiz tutumun polis memurunun tabii ki gözünden kaçmamıştı! Aracımın önüne geçti ve beni eliyle yol kenarına davet etti. 
Kenara geçtim ve durdum. Durdum ama, beni öyle bir gülme aldı ki sormayın gitsin! Kara kedi geliyor aklıma… “Uğursuzluk getirir!” dedikleri kadar varmış diyorum. “Hani daha dikkatli olacaktın Zeynur!” diyorum. 
Diyorum da diyorum! Ama bir taraftan gülmeye devam ediyorum. Camı açtım ve ben hala gülüyorum. Polis memuru, bir süre benim gülmemin sonlanmasını bekledi, ben de kendimi toparlamaya çalıştım.  Ama hala aklımda “Ah o kara kedi yok mu o kara kedi!” sözleri..
“Galiba fark etmediniz hanımefendi! Kırmızı ışıkta geçtiniz!”
“Fark ettim ama geçince!” dedim. 
“Ehliyet, ruhsat lütfen!” dedi. 
“Biliyorum memur bey, trafik kuralını ihlal ettim ve her cezama da razıyım. Ama önce lütfen size bir şey anlatmama izin verin!” dedim ve başladım anlatmaya..
Ben öğretmenim de.. Sabah yarı yola geldiğimde cüzdanımı almadığımı fark ettim de.. Bunu fark ettiğimde önümden bir kara kedi geçti de.. Ben de kara kedinin uğursuzluk getirip getirmeyeceğini öğrenmek istedim de.. Derse geç kalmama isteğim işin diğer tarafı da.. Kırmızı ışıkta beklerken aklımdan bunlar geçiyordu ve  gözüm sizdeydi de.. Bu yüzden arkamdan çalan klakson sesini duyunca, yeşil ışık yandı da benim hareket etmemi istiyorlar zannettim de.. Anlattım da, anlattım ve sonunda bitirdim.


En sonunda da; “İşte böyle tesadüfler, kara güzel kedilerin namını zedeliyor!” dedim. 
Gencecik, filinta gibi, göreve yeni başlamış olduğu çocuksu halinden belli olan polis memuru anlattıklarımı dinledikçe başladı gülmeye..
“Beni durdurduğunuzda işte bunlara gülüyordum! Şimdi ceza makbuzunu alabilirim. Çünkü şu an ben her türlü cezalıyım. Hem kırmızı ışıkta geçtim, hem de tüm gün ehliyetsiz araç kullandım.”
Ben, polis memurunun elini ceza makbuzuna atmasını beklerken, elini benim elime uzatmasıyla “Hanımefendi, yolunuz açık olsun. Güle güle gidin!” demez mi?
“Nasıl yani! Ceza yazmayacak mısınız?”
“Hayır yazmayacağım."
"Neden?"
"Kural ihlali yapıp, çevirdiğimiz hiçbir araç sahibinden böyle bir hikaye duymamıştım. Beni keyiflendirdiniz. Size de inanıyorum. Buyrun. Yolunuz açık olsun! Gidebilirsiniz.” 
“Gerçekten mi!”
“Gerçekten!”
Ne yapacağımı şaşırdım. Teşekkür ettim. Kendisinin bu yaptığını ve bugünü hiç unutmayacağımı söyleyerek aracıma binmeye yöneldim. Son olarak da, “Kara kedinin aracın önünden geçmesi de uğursuzluk değil, uğurmuş!” dedim ve selamlaşarak, gülüşerek ayrıldık.

Asker ve polis için ölümün; üzerilerindeki üniforma kadar yakın olduğunu öğrendiğimiz, yıkıldığımız, öfkelendiğimiz, acıdan kahrolduğumuz, “Daha fazla askerimiz, daha fazla polisimiz şehit olmasın! Yeter artık!” dediğimiz bugünlerde, bir polis memuru ile geçmişte yaşadığım bu güzel anıyı sizlerle paylaşmak istedim.
Sayısız polisimizi, askerimizi, sivil vatandaşlarımızı aramızdan alan, sevdiklerinden, geleceğinden koparan; ülkeme, ailelerine ve bizlere büyük acılar yaşatan terörü lanetliyorum. 
Şehit olan tüm polislerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanları cennet olsun. Bu dünyada bulamadıkları huzuru, bu dünyada bulamadıkları uykuyu, bu dünyada bulmadıkları sessizliği, cennetin en güzel köşesinde bulsunlar. Bu dayanılmaz acının düştüğü her aile, her anne, her baba, her çocuk, her sevgili, her meslektaş, her arkadaş da; bu güzel insanların cennetin en güzel köşesinde olduğunu bilerek, sabrederek hayata tutunsunlar. Daha çok yaşamak istesinler. 
Ülkemde böyle büyük acıların bir daha yaşanmaması, son bulması dileğiyle.. Siz hep varolun polislerimiz! Acınız acımız, kaybınız kaybımızdır. Bugünlerde hepimiz yanınızdayız. 
#PolisimizinYanındayız
Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 08:19  No comments »

29 Kasım 2016 Salı


Dün korkunç bir uçak kazası yaşandı. Sabahın erken saatlerinde hepimiz şok olduk. Daha önce yaşanan uçak kazalarında mucizevi bir şekilde kurtalanlar gibi kurtulanlar olsun istedik! Bir mucize bekledik! 
Evet bir mucize gerçekleşti.  Beş kişi kurtarıldı. İçlerinde futbolcu olanlar da vardı. Ama daha sonra bu kurtulanlardan bir tanesin hayata uçakta değil, hastanede veda ettiğini öğrendik. Maalesef mucizenin gücü sadece dört kişiye yetti. Peki, uçakta birçok meslekten, birçok ülkeden insanlar hayatını kaybetmişken biz neden sadece Chapecounse futbol takımını konuşuyoruz, hiç sordunuz mu kendinize?
Chapecounse’nin kulüp tarihindeki en önemli maçına gittiğinden bahsediliyor! Chapecounse kalecisi için “Eğer o kritik atışı kurtarmamış olsaydı, Chapecounse takımı şimdi o uçakta olmayacaktı.” deniliyor!
Attığı goller, soyunma odasındaki sevinçleri, tarihi finale giderken geçtikleri pasaport kontrolü ve hayatlarını vereceklerini bilmeden bindikleri ve ölüme gülerek poz verdikleri, o sonradan paramparça olmuş olan uçağın içindeki futbolcuların görüntüleri…
Uçakta hayatlarını kaybeden her hayat, mutlaka futbolcular kadar değerli ve futbolcular kadar önemli insanlardır. Onlar da futbolcular gibi insandır. Onlar da birer candır. Ve onların da hayatları aynı şekilde, aynı uçakta son buldu.


Ama biz neden hep sadece bir kulüpten ve sadece futbolculardan bahsediyoruz! 
İşte sporun gücü burada! Aynı anda hayata göz yuman diğer insanların da hikayeleri vardır ve biz bunu zaman içinde öğreneceğiz, ama futbol öyle mi, futbol takımı, futbol kulübü öyle mi!
Belki bir sporcu olduğumuz için, belki sporcunun neler yaşadığını iyi bildiğimiz için aklımıza ve dilimize hep Chapecounse takımı geliyor. Ama bir de şöyle düşünün! 1973 yılında kurulan bir kulüp; kaç sporcuya hizmet etmiş, kaç çocuğa  takım ruhunu, takım birlikteliğini öğretmiş, kaç çocuğa Chapecounse formasını giydirmiş, Brezilya gibi bir ülkede kaç çocuğu sokaktan kurtarmış, ait olduğu yerin sokak değil, Chapecounse tesisleri olduğunu hissettirmiş, kaç çocuğa bir yuva, bir adres, bir ev olmuştur? 
Sporun gücü bu zaten! Aslında sadece bu da değil! Bu çocukları, gençleri seyretmek için kaç taraftarı stadyumlara çekmiş, kaç Brezilyalıyı Chapecounse’li yapmıştır?
Diğer taraftan, spor yapmak, sporcu olmak ne kadar zordur biliyor musunuz? Sizler sadece arabalara binen, lüks lokantalarda yemek yiyen, her taraftarla selfie çektiren insanlar olduğunu zannediyorsunuz değil mi?
Ama sporculuk o değil! Sporculuk bambaşka bir şey! Hem fiziksel, hem zihinsel olarak hep hazır olmak demek! Televizyon seyrederken ertesi günkü maçı oynamak, ekrandaki filmde kendini, rakibini görmek, mutfağa giderken bir kafa golu atıyormuş gibi yapmak, tüm gün sessizliğe bürünmek ve maçın o heyecanıyla gözünü hiç kapayamamak demek!
Malzemelerini alıp, sırtına çantasını geçirip evden çıktığında, kulaklığını takıp dünyadan arındığında, o an maçı oynamaya başlamış olmak demek! 
Sessiz ve ıssız soyunma odasına girip tek başına takım arkadaşlarını beklemek, gelen her takım arkadaşı ile selamlaşmak ve aynı duyguların onda da olduğunu, onun da gözüne hiç uyku girmediğini görmek demek! 
Sahaya çıkıp, tüm yıl, tüm antrenman, tüm taktikleri uygulamaya çalışırken; elinden geleni, sporun gerekliliğini yerine getirmeye, takımını en iyi şekilde temsil etmeye çalışırken;  bazen alkış, bazen yuhalama, bazen pet şişesine, bazen; bazen rakip, bazen hakem, bazen küfür, bazen tekme, bazen sakatlıklara maruz kalmak demek! 
Bunlar inanın sporun en güzel tarafları… Kazanınca birlikte yerlere yatmak, bir penaltı çıksın diye kolkola girip dua etmek, hep birlikte taraftarı alkışlamak, aynı şarkıyı taraftarla birlikte söylemek, kazanınca da, kaybedince de bir yumruk olmak!
Biz hep futbolu ve futbolcuları konuşuyorsak, bu kadar insana farklı duygular, farklı anlar, inanılmaz hikayeler yaşattıkları içindir!


Ancak hikayeler hep sahada kalmaz hep sahada olmaz sporda! Sporun acı tarafı işte bu! Hep birlikte finale giderken hep birlikte ölüme gitmek, ikiz bebek taşıyan eşinin kaza geçirdiği anda yanında olamamak demek! Dün uçak kazasından bahsederken Çaykur Rizesporun futbolcusu Leonard Kweuke’nin, Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan ve 8 aylık ikiz bebeklerini taşıyan eşinin hayatını kaybettiğini öğrendik! 
Gerçekten çok acı… Tarihinde ilk kez final oynamak için yola çıkmış olan bir futbol takımı bir uçak kazasında; bir futbolcunun henüz anne karnında olan ikiz çocukları da bir trafik kazasında yok oluyor!
Sporculuk işte bu anlarda çok, ama çok zor… Eşinin kaza anında yanında olamıyorsun! Böyle,  öyle çok hikayeler vardır ki spor dünyasında… Çocuğunun doğumunda eşinin yanında değil, maçta olursun! Anne veya babanın hastalığında, veya vefatında yanında değil, sahada olursun! Çocuğunun büyüdüğünü, mezun olduğu günleri göremezsin! Ailenin, çocuklarının tüm geleceğini, sorumluluğunu eşine, ailene bırakıp deplasmana, kampa gidersin! 
Hergün antrenmanda veya maçta olması, her hafta başka bir deplasmanda olması, her an sevdiklerinden uzak olması… Sporculuk ne kadar zordur biliyor musunuz? Kötü haberi ya antrenmanda, ya maç sonrasında alırsın! Anne, baba veya çocuk acısına rağmen sahaya çıkıp top oynarsın! İçin kan ağlar, dışından ter damlar! Bunları yaşarken sahada olmanın, oyun oynamanın ne kadar zor olduğunu düşünebiliyor musunuz? Onların neler yaşadığını bilmeden bizler hep iyi oynasınlar istiyoruz değil mi? Siz kötü durumdayken iyi bir iş performansı sergiliyor musunuz? Cevabınızı duyabiliyorum.  
Ancak bugün bunların tam tersi oldu. Kweuke eşinin yanına gidemiyor, hayatlarını sahada değil, uçakta kaybeden futbolcuların aileleri, eşleri, çocukları, her zaman takımlarının yanında olan taraftarları da, ölüm anlarında sporcuların yanlarında olamıyor! 
Hayat sen nasıl bir şeysin! Spor sen nasıl bir hayatsın!
İşte biz sporcular bu hikayeleri bildiğimiz, gördüğümüz ve bu duyguları yaşadığımız için daha çok futbolcuları konuşuyoruz! Bu ve bunun gibi hikayeleri, kulüpleri, sporcuları bildiğimiz ve bazen de biz deplasmana giderken bu tür ciddi kazalar atlattığımız için daha çok Chapecounse takımını konuşuyoruz. Sahaya çıkıp oynayan, alkışlanan, haklarında kötü sözler söylenilen, haklarında her türlü şeyler yazılan, ama içlerinde neler yaşadığını bilmediğimiz bu insanlar için üzülüyoruz. 
Aynı soyadı taşıyan bir aile nasıl bir trafik kazasında yok oluyorsa öyle yok oldu Chapecounse takımı… Doğması, ayağa kalkması, neslini tekrar devam ettirmesi zaman alacak! 
Ya Kweuke! Bir sonraki maça nasıl çıkacak! Yaşadığı duygularını kim bilebilir, kim yaşamak ister!
Ya bundan sonra ki Chapecounse! Yeni takım, yeni oyuncular neler hissedecek dersiniz!
Allah kimselere, hiçbir kulübe, hiçbir ülkeye böyle acılar, böyle kazalar yaşatmasın! 

Acı, gerçekten büyük acı... Ama birşey var ki, sadece biz sporcular değil, hiçbirimiz, gülerek finale giden, soyunma odasında şarkılar söyleyen, uçakta gördüğümüz son görüntüleri ile hatırlayacağımız, “Büyük Yeşil” “Batı’nın Kasırgası” lakaplı bu güzel insanları hiç unutmayacağız.
Ne garip tesadüftür ki kulübün renklerinde yine yeşil olan, Rizespor'lu Kweuke'nin belki de ismi konulmuş olan çocuklarını hiç unutmayacağız.
“Spor; hayatın ta kendisidir.”deriz. Ne kadar doğru, ne kadar gerçek  ve ne kadar acı olduğunu bir kez daha gördük. Sevinçlerini, sevdiklerini, bir daha oynayamayacakları sahalarını; bir daha göremeyecekleri sevgililerini, ailelerini, memleketlerini; kazanıp kazanmayacaklarını hiç bilemeyeceğimiz final maçını ve finalden sonra neler olacağını; yine öyle bir sevinç tablosu görüp göremeyeceğimizi, ellerinde kupa olup olmayacağını hiç bilemeyeceğiz, göremeyeceğiz. Keşke biz bunları bilmesek görmesek de, onlar görebilselerdi!
Biz bu takımı hiç unutmayacağız. Bu takımı ve bir ay sonra dünyalar onun olacak olan ama bir anda dünyası başına yıkılan Kweuke'nin acılarını içimizde hissediyoruz. Chapecounse takımını ve sporcularını, uçak kazalarında hayatlarını kaybeden diğer takımlarla; Torino, Manchester United, Zambiya Milli takımıyla birlikte saygıyla hatırlayacağız, acıyla anacağız. 

Mekanınız; renkleriniz gibi, cennet gibi yeşil-beyaz olsun Chapecounse futbolcuları. Sizleri seyretmeye gelen insanların ve artık sessizliğe bürünen stadyumunuzun ışıkları içinde uyuyun! 
#Chapecounse #UEFA #Brasil #Football #Rizespor #ÇaykurRizespor #Kweuke
Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 23:23  No comments »

14 Kasım 2016 Pazartesi


Tam saatinde girdim salona.. En ön sıralara yakın bir yerdeydi yerim.  Oturdum ve sahneye baktım. Bir görüntü vardı ekranda, bana çok tanıdık, çok sevimli gelen.. İstanbul Oyuncak Müzesinin giriş fotoğrafı vardı ekranda. Çok hoşuma gitti. Çünkü bu fotoğrafın bir benzerinin, merdivenlerinde Zeynur Pehlivan’ın oturduğu bir fotoğraf bende de var. 
Bu nedenle izin verirseniz Sivrisinek Dedin de Aklıma Geldi adlı gösteri hakkında yazmadan önce, hemen birkaç hafta öncesine dönüp o fotoğrafın olduğu güne, Oyuncak Müzesi ziyareti gününe dönmek istiyorum. 
Uzun yıllar İstanbul’da yaşayıp, şu an Ankara’da yaşayan birisi olarak sevdiğim ve çok şey öğrendiğim; tarih, deniz, sanat, spor, edebiyat kokan; etkinliklerle, anılarla, sevdiğim insanlarla dolu olan ve gençliğimdeki bana bunlardan çok izler bırakan İstanbul’a her geldiğimde mutlaka güzel bir şeye katılmak, güzel bir etkinliğe, bir arkadaşa  gitmek ve görmek isterim. Yani zamanımı İstanbul’a ve İstanbul’da ki güzel şeylere ayırırım.
En son gittiğimde de böyle bir şey yaptım. Dolmuşa bindim ve “İstanbul Oyuncak Müzesi lütfen!” dedim. Sokağa girip uzaktan zürafaları gördüğümde eşimin sözleri aklıma geldi. “Kadınlar hiç büyümüyor azizim!” demişti birgün arkadaşlarla otururken.. Aynı o duygularla doldu yüreğim.. Bir anda küçücük bir çocuk heyecanı kapladı içimi.. Hemen girmek istedim içeri ama, önce biraz durdum ve uzaklaştım. Tam olarak, daha geniş açıdan görmek istedim o güzel çocuk evini..


Bir çocuk kadar bembeyaz, bir çocuk odası kadar rengarenk, bir çocuk kadar tertemizdi. Oyuncak Müzesinin dışı, çocuklu bir evin salonu gibiydi adeta. Zürafalar bir tarafta, Nasrettin hoca bir tarafta, satranç taşları bir taraftaydı, yani oyuncaklar sokağa ve bahçeye taşmıştı. Bir çocuğun odasına girer gibi usulca girdim içeriye..
İlk anda karşımda Karagöz ve Hacivat’ı gördüğümde, “Hoş geldin Karagözüm!” ”Hoş bulduk kel kafalı kara üzüm!” seslerini duyar gibi oldum. Daha da keyiflendim. Bir şey kaçırmamak adına her santimde, her katta, her vitrinde uzun uzun durdum. Her gördüğüm oyuncaklarda, “Bu oyuncak bende de vardı!” “Bu oyuncaklarla bizlerde oynamıştık!” “Bu oyuncaklar bizim zamanımızın oyuncakları..”  heyecanla dediğim zamanlarda oldu. “Böyle oyuncaklarda mı varmış!” “Aman Allahım! Bu oyuncaklar bizden çok yıllar öncesine ait!” “ Sunay Akın bunları nereden bulmuş!” diyerek hayret ettiğim çok  oyuncaklarda oldu.
Bebeklere, askerlere, uçaklara, müzik aletlerine, küçük evlere, küçük mutfaklara, küçük ev eşyalarına, şatolara, kalelere tekrar tekrar baktım. Binlerce küçük oyuncak için, binlerce zaman verildiğini hemen anladım. Her defasında teşekkür ettim. Bir defasında da kafamın değdiği kuşetli trenin koltuğuna oturup, çok uzaktan gelmekte olan tren ve inek seslerine, çok yakından, çok canlı gelen çocuk seslerine kulak verdim. “Yok artık! Bunları da mı düşünmüşler!” dedim. Sonra kendime şaştım. “Zeynur buraya onun için gelmedin mi?” “Sunay Akın’ın detaycılığını, seni derinliklere, seni uzaklara götürdüğünü bilmiyor musun?” dedim. 
Yukarı kata çıktığımda daha güzel bir sürprizle karşılaştım. Rengarenk sesleri, rengarenk desenleri ve rengarenk yüzleriyle 7-8 yaşlarında olduğu anlaşılan, bir oyuncaktan diğer bir oyuncağa, bir vitrinden diğer bir vitrine, bir kattan diğer bir kata koşan,  15-20 kadar çocuğun müze içinde olduğunu gördüm. Kulağıma gelen canlı ve yakından olan seslerin bu sevimli çocuklara ait olduğunu o an anladım ve daha mutlu oldum. 
 “İşte! Müzenin gerçek sahipleri bu çocuklar!” dedim içimden.. “Müzenin gerçek sesleri bunlar!” Herşey bir anda bütünleşmiş oldu kafamda. Oyuncaklar ve çocuklar..  “Bu yaştaki bir çocuğa müzeyi, kültürü, tarihi sevdirmek, bu yaştaki bir çocuğu alıp Medeniyetler Müzesine götürmekle öğretilmiyor, sevdirilmiyor. Bir çocuk önce kendi yaşına uygun, seveceği, ilgileneceği bir müzeyle başlamalı müze, kültür ve tarihini sevmeye.. Önce Oyuncaklar Müzesine gelmeli, görmeli ve uğramalı bir çocuk..” dedim. Sonra, benim gibi bir büyüğün ve bir çocuğun aynı oyuncaklara baktığında neler hissettiğini görmek istedim. Baktığımda her ikisinin de çocuk olduğunu gördüm.  O an eşimin haklı olduğunu anladım.
Şekerler içindeki en alt kata indim. Yan tarafta başka bir çocuk grubu oyun hamurlarıyla birşeyler yapıyorlardı. Oturdum ve düşünmeye başladım. “Sanırım burada bir yetişkin de, bir çocuk da; her yetişkin de her çocuk da kendinden birşeyler buluyordur.”dedim. 
Ama yine de bir iki şey eksik kalmış gibi geldi bana. Birincisi gözüm Sunay Akın’ı aradı. “Bu oyuncakların hikayesini onun ağzından dinlemek sanırım çok başka bir şey olurdu.” dedim. İkincisi de, sporu sevdiğini, Trabzonspor’da futbol kaleciliği yaptığını bildiğim ve kaleci için, “Tüm takım arkadaşları sırtını dönerken, hiçbir arkadaşına sırtını dönmeyen adamdır.” tarifini yapan Sunay Akın’a, hem bu güzel söz teşekkür etmek,  hem futboldaki kaleci, top, golun hentbolda da olduğunu belirtip bir maça davet etmek, hem de  Oyuncak Müzesine gelen çocukların oynaması için bir hentbol topu hediye etmek istiyordum. Kendisini göremedim ama, aklımda; "Bir toplumun geleceğine giden yol, o ülke çocuklarının oyunlarından ve oyuncaklarından geçer." sözü kalmış olarak, içimde kelebekler uçarak, sevinçle, bir çocuk gibi oynayarak, gülerek çıktım müzeden..   


Gelelim tekrar gösteri gününe.. İstanbul’da ki işim bitti ve Ankara’ya döndüm. Fakat ne güzel tesadüftür ki bu kez Sunay Akın Ankara’daydı. İçimi bir anda, Oyuncak Müzesi çıkışındaki gibi bir sevinç kapladı.  Sunay Akın Ankara’ya her geldiğinde gittiğim gibi, dün yine gittim Nazım Hikmet Kültür Merkezine.. Yenimahalle Belediyesi Kadın Hentbol takımının maçlarından tanıdığım Barış Ballıktaş bey oradaydı. Barış beye, gösteriden önce Sunay Akın’ı görmek istediğimi, bu konuda bana yardımcı olmasını istedim. Hiç zaman kaybetmeden “Buyrun hocam!” dedi. Beraber indik merdivenleri.. Birkaç dakika sonra Sunay Akın’ın odasının önünde, birkaç saniye sonra da Sunay Akın'ın yol arkadaşı Can Adıgüzel beyin odaya girip benim kendisini beklediğimi söylemesi ile de bir anda karşımda buldum Sunay Akın’ı.. Unutmadan, bu yardımı, bu güzel buluşmayı sağladığı için Barış beye hemen, burada çok teşekkür ediyorum.   
Sahneye çıkmak için hazırlanması gerektiğini bildiğim için amacım, kendisiyle çok hızlı, kısa bir görüşme yapmak, elimdeki hentbol topunu Oyuncak Müzesine gelen çocukların oynaması için getirdiğimi söylemek ve kendisini bir hentbol maçına davet etmekti. Elimdeki top da öyle sıradan bir top değil hani! Köln'de ki, Şampiyonlar Ligi finalinde Veszprem'li gol kralı Momir Ilic'in final öncesi sahaya çıkıp,  tribünlere attığı ve benim elime gelen topdur o küçük hentbol topu! Anısı, heyecanı büyüktür bende..

Buluştuk Sunay Akın'la.. Ama Sunay Akın ne acele etti, ne de çok kısa, çok sahte bir konuşma oldu. 
Tanıştık, sıcacık bir ilgi ve sözlerle sohbet edip sonrasında da hentbol topunu kendisine verdim. Hentbol topunun üzerindeki ZEZE’den tutun, Can Çelebi’ye kadar sorular sordu Sunay Akın. Beşiktaş Mogaz Hentbol takımı antrenörleri İlker Şentürk ve Müfit Arın ile olan arkadaşlıklarından bahsetti. Topun üzerindeki 11 numarasının anlamını sorduğunda ve benim bunun ailemizin forma sırt numarası olduğunu; benim, eşimin ve oğlumuzun, üçümüzünde hentbol milli takımın formasını giydiğimizi söylediğimde de, yanındaki arkadaşlara dönüp “Görüyor musunuz arkadaşlar! Bakın ne güzel hikayeler var!” dedi. Daha sonra  yardımcısına dönerek, “Lütfen hocamızın telefon numarasını alır mısın! Konuşmak istiyorum.” diyecek kadar bana zaman ve önem verdi. Hatta inanır mısınız bununla yetinmeyip Can Çelebi ile olan fotoğrafını bulup bana gösterdi. 

Bir hentbol maçına geleceğini söyledi, fotoğraflar çektirdik ve ayrıldık. Ben sırtımı dönüp giderken, Sunay beyin içeriden gelen şuna benzer bir cümlesini duydum. “Ya arkadaşlar, şuna bakar mısınız! Milli bir kadın hentbolcu Oyuncak Müzesi için hentbol topu getirdi!” Gülümseyerek uzaklaştım ve yukarı kattaki yerime oturdum. Telefonumu kapatmak amacıyla elime aldığımda son kez gelen mesajlara bakmak istedim. Bir de ne göreyim! Ben yukarıya, yerime çıkasıya kadar, Sunay Akın, gösteri öncesi benimle olan fotoğrafı paylaşmış ve sonuna “Hentbol Güzeldir.” diye yazmıştı. İnanamadım. Gece daha da güzelleşmişti benim için.. Çünkü biliyordum ki artık çok daha fazla insan hentbolu duyacak, hentbolu hatırlayacaktı. “Yaşasın!” dedim.  “Hentbol Güzeldir.” diyen bir sanatçımız var ve bu sanatçımızın adı Sunay Akın.. Seviyorum her ikisini de.. 


Sporun ve sanatın birleştirici gücünü, o inanılmaz birlikteliğini gördüm ve etrafıma tekrar bakıp “Bu kadar kalabalığı ancak  sanat, spor, edebiyat, şiirle uğraşan güzel insanlar toplayabilir!” dedim.   
Bu düşünceler içindeyken, her zamanki gibi karanlıkta gizlenmeyi çok iyi başaran bir sivrisineğin oyun öncesi birkaç hatırlatma yapıp son olarak da, “Yaramazlık yapanı sokarım ha!” sesiyle gösteri zamanının geldiğini anladım. 
Bu kez yalnız değildi Sunay Akın. “Aranızda beni ilk kez dinleyenler var mı?” diye sorduğunda utanarak elimi kaldırdığım Nihat Sırdar vardı sahnede. Nihat beyi ilk kez seyrediyor, dinliyordum ama sanırım artık böyle bir soruda “Çokkkkkk!” diyecek ve elimi hiç kaldırmayacağım.
O ne anlatım, o ne doğaçlama, o ne mizah anlayışı öyle! Sahneyi ilk çıktığında bizlere “Hoşgeldiniz!” dedikten hemen sonra, “Ben de boş gelmedim!” diyerek ayakkabı kutusuyla sahneye çıkması, ilk andan son ana kadar çok etkiledi beni. Olayları kanıtlarla, hareketlerle anlatmasından, kendi yaşadığı mahkeme olaylarını anlatış üslubuna, yaptığı Haka dansına kadar herşey mükemmeldi. Aslında düşününce onunda Sunay Akın gibi detaycı olduğunu anladım. Çünkü Haka dansındaki ellerin yumruk pozisyonundaki halinde, baş parmağın nereden çıkacağına kadar ayrıntılarıyla anlatıyordu herşeyi.. Nihat Sırdar’ı tebrik ediyorum. Güzel saatler geçirmemizin yarısı da kendisine aittir.    
Uzun bir yazı oluyor biliyorum ama dün kendileri de aynı şeyi demişti. “Bu gösteri iki saatte sürebilir, üç saatte!” diye. Benim yazım da iki satırda sürebilir, üç satırda. Dileyen salondan çıkabilir. Çıkışlar sol taraftan.. 
Ve daha sonra Nihat Sırdar, Sunay Akın’ı davet etti sahneye.
Bazılarımız bir konunun işlenişini bir kitapta okumayı, bazılarımızda bir filmde görmek ister değil mi? İşte Sunay Akın bana bu  ikisinin birleşimi, karışımı gibi geliyor. Kitapta bulduğumuz detayları aktarıyor, anlatıyor, yaşıyor, yaşatıyor.  Bir resmin, bir insanın, bir olayın  bilmediğimiz, atladığımız detaylarını; bir film kesiti gibi sunuyor izleyenlere.. Sesiyle, görüntüsüyle, vurgusuyla, hareketleriyle..
Bazen yüksek bir sesle “Demokrasi!” diyor, bazen alçak bir sesle “Bizim en büyük hastalığımız Alzheimer!” diyor.
Bazen bilimin, bazen de müzelerin öneminden bahsediyor.
Bazen, “Değerli olan hisse senetleri değil, hissi senetlerdir!” diyor, bazen de “Adalet bana taze sıcak ekmek kokusuyla gelir!” diyor. 
Ama en güzel de, en yüksek, en gür sesle de, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” diyen Mustafa Kemal Atatürk için, “Teknolojinin olmadığı, bilgiye ulaşmanın çok zor olduğu o dönemlerde, bu büyük insan tüm gerçekleştirdiklerini yıllar önce nasıl düşünmüş, nasıl gerçekleştirmiş olabilir!” diye hayretle soruyor, büyük bir saygıyla Atatürk fotoğrafının önünde duruyor. 
Dediğim gibi, her perdesinde ayrı bir hikayenin işlendiği bir sinema filmi gibi izledik, dinledik.  Bıkmadan, usanmadan, uyumadan.. 
İki kişi.. Biri uzun, biri kısa.. Biri zayıf, biri topluca.. Biri ayıkken, diğeri sarhoşken yüzebiliyor. Birisi oturunca diğeri ayağa kalkıyor, birisi konuşurken diğeri susuyor,  birisi güldürürken diğeri düşündürüyor. Kısacası sahnede birbirleriyle uyumlu, birbirlerini tamamlamış iki güzel insan.. Varolun.
Güzel saatler geçirdim, güzel şeyler öğrendim, son zamanlarda unuttuğumuz gülmeyi hatırladım ve çok güzel duygularla oradan ayrıldım. Sebebi sizlersiniz. İyi ki varsınız. Başta İstanbul Çocuk Müzesi olmak üzere yaptığınız herşey, sözlediğiniz her söz, yazdığınız her kelime için tekrar tekrar teşekkürler. Sağolun. 
Zeynur Pehlivan


Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 03:02  No comments »

9 Kasım 2016 Çarşamba


"Sayın Müdürüm, Değerli Öğretmen Arkadaşlarım, Çok Sevgili Öğrenciler ve Kıymetli Velilerimiz,
Bugün burada, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ebediyete intikal edişinin 78. yılında, Atatürk’ü anmak ve Atatürk’ü anlamak için toplanmış bulunuyoruz. Şimdi sizleri, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları için iki dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.”
Okul olarak, öğretmen ve öğrenciler olarak her milli bayrama, her özel güne ayrı ayrı ve çok büyük önem ve özen gösterirdik. Sadece öğretmen ve öğrencilerin değil, her velinin de bu törenlere katılmalarını sağlar ve her töreni büyük bir coşkuyla kutlardık. 


Ama, 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü her şeyi ile bambaşkaydı. Yakamızda Atatürk rozetleri, elimizde karanfillerle tören alanında toplanır, zamanlamaya dikkat eder, saat tam dokuzu dört geçe yukarıdaki  bu cümleyi okumaya başlar, siren ve korna sesleri arasında tüm ülke ile aynı anda, Cumhuriyetimizin kurucusu için saygı duruşuna geçerdik.
Günün anlam ve önemini anlatan Okul Müdürünün ve öğretmenlerin hazırladığı metinlerde, öğrencilerin okuduğu şiirlerde, diğer milli bayramlardaki gibi coşkuyla alkışlamaz, aksine büyük bir sessizlik ve dikkatle töreni takip ederdik.
Tören bittikten sonra da tüm sınıflar sırayla Atatürk büstünün önünden geçer ve ellerindeki karanfilleri Atatürk’e sunardı. 
Ardından, birkaç sınıf Anıtkabir’e gider, okul koridorlarında Atatürk’ün sesi yankılanır, konferans salonlarında Atatürk belgeselleri izlenir ve öğrenciler, ona olan büyük saygı, sevgi ve minnettarlık duygularını göstermek için, gün boyunca Atatürk büstünün yanında sırayla nöbet tutarlardı.
10 Kasım bizim için; Atatürk’ü anma ve anlama günüydü.
10 Kasım bizim için; Atatürk’e olan sonsuz bir saygı ve sevgi günüydü.
10 Kasım bizim için; Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti ve İlkelerini daha iyi anlamak ve daha iyi anlatmak günüydü. 
10 Kasım bizim için; Atatürk’ün ölüm ve ölümsüzlük günüydü.
10 Kasım bizim için; Atatürk'e olan büyük bir özlem günüydü.

Bugün 10 Kasım..
Bugün yine böyle birgün..
Özlemle, sevgiyle, saygıyla ve minnetle..
Anıyoruz, arıyoruz.
Anacağız, arayacağız. 
Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 21:31  No comments »

30 Ekim 2016 Pazar


Uzatmadan, yazıma hemen birkaç soru ile başlamak istiyorum. 
Siz; bir yangın gördüğünüzde "Bu itfaiyenin görevi! Bana ne!"; elindeki malzemelerini taşımakta zorlanan bir yaşlıyı gördüğünüzde "Aman! Çoluğu, çocuğu var! Gelsin o taşısın!"; kaza yapan bir araç gördüğünüzde, "Buna ben birşey yapamam! Polis gelsin!" ; düşen, yaralanan, ciddi bir rahatsızlık geçiren bir insanı gördüğünüzde, "Ben doktor değilim!" diyebiliyor musunuz? 

Diyemiyorsunuz!  Koşuyorsunuz, taşıyorsunuz, tutuyorsunuz, kaldırıyorsunuz, yardım ediyorsunuz! Yangına bir kova da siz su döküyorsunuz; bir yaşlının daha rahat nefes almasını sağlıyorsunuz; bir aracın kaza yaptığını haber veriyorsunuz; bir hayatı kurtarıyorsunuz; bir ambulans çağırıyorsunuz değil mi? 
Böyle durumlarda kimse, "Bu benim görevim değil!" diyemez sanırım. Beklenen, olması gereken normal durum budur değil mi? İnsanız, insanca davranırız, insanca davranmalıyız! 
"İnsan" olan bir kişi bu gibi durumlarda hiçbir şekilde "Hayır!"  diyemez. Zaten ne itfaiyenin, ne doktorun, ne polisin, ne de cankurtaranın olay yerine anında ışınlanması, hepsine anında yetişmesi ve müdahale etmesi mümkün değildir, değil mi? 

Şimdi gelelim demek istediğim asıl konuya. Umarım anlatabilirim. 
Futbol çok güzel bir oyun. Çim sahada, açık alanda, durmaksızın koşabileceğin bir zeminde, kocaman bir kaleye bir topu atmak için verilen mücadele, ayakların diğer branşlardaki gibi hemen fren pedalına basmadan özgürce koşması, üstelik bunu da seni alkışlayan insanlar arasında yapmak gerçekten müthiş!
Peki bu kadar güzel bir oyunda, futbolda çirkin şeyler olmuyor mu? Neler olmadı ki? Neler olmuyor ki! Neler görmedik ki! 
Ama insan yine o çimlerin üzerinde kayan futbolcuları, bir topu kurtarmak için uçan kalecileri, frikikteki taktikleri ve o meşin yuvarlağın doksana gidişini görmek istiyor. 
Futbol güzel oyun.. Seviyoruz, seyrediyoruz. 

Peki, futbol güzel oyun ama futbolu sadece sahadakiler, sporcular, hakemler, görevliler mi güzelleştiriyor!  Futbolu güzelleştirmek sadece Futbol Federasyonunun görevi mi? 
En iyisi bu soruyu, seyircisiz oynama cezası alan takımlara ve sahadaki futbolculara sormak lazım. 
Düşünsenize! Çok güzel bir yemek ve masa hazırlıyorsun, ama beklenen misafirler gelmiyor! Ev sahibinin masada tek başına kaldığını gözünüzün önüne getirsenize! Emek veriyor, zaman veriyor, hazırlanıyor ama masanın etrafı bomboş kalıyor! Tatsız bir durum, tatsız bir gece! 

Tribünlerdeki o koltuklar dolmasa, o pankartlar açılmasa, gol olduğunda o sesler yükselmese, futbolun tadı olacağını mı düşünüyorsunuz! Masanın etrafındaki o sohbet, o çatal, o bıçak sesleri, o sımsıcak yemek kokuları olmasa o masanın, o yemeğin, o gecenin lezzeti mi olur!
Kulüpler, taraftarların stada gelmelerini sadece kasalarını doldurmak için mi istiyorlar dersiniz! 

Yapmayın ne olur!
Hiçbir branş seyircisiz güzel olamaz! Biraz önce verdiğim örneği düşünün! Kalabalıkla, arkadaşlarla yediğiniz yemeğin tadını düşünün! Bir de; yalnız kaldığınızda, yumurta veya makarnayla başbaşa  kaldığınızı! 

Yapmayın arkadaşlar! Bizler çukur açılırken, dozer çalışırken durup olanları seyreden insanlarız. Buralarda bile birlikte olmayı, bakmayı, hatta olaya müdahale etmeyi çok severiz! 
Tamam, herşeyi görevlisinden, başkanından beklemekte haklısınız. Biz de Hentbol Federasyonundan çok şey bekliyoruz. Ama okullarda çocuklar olmayınca okul nasıl güzel olmuyorsa, spor salonları da seyirci olmayınca güzel olmuyor. Biz hentbolcuyuz ve hentbolu çok seviyoruz ama basketbola da, futbola da, voleybola da gidiyoruz. Herşeye rağmen futboldan nasıl vazgeçilmiyorsa, biz de hentboldan vazgeçemiyoruz. 



Daha dün Cumhuriyetimizi kutladık. Birlik, beraberlik, özgürlük dedik.
2 Kasım 2016 günü A Erkek Hentbol  Milli takımımızın Kosova ile  maçı var. Buyrun size birlik, beraberlik, tek yürek, tek nefes olacağımız bir yer! Yensek de, yenilsek de, hepimizin ağzından Türkiye sesinin çıkacağı, hepimizin yüreğinin Türkiye için atacağı, Federasyonlardan birşey beklemeyeceğimiz bir yer! Futbolcular, basketbolcular, voleybolcularımız gibi, hentbolcular da bizim çocuklarımız, bizim takımımız, bizim milli takımımız! 

Herkese, her branşa, her sporcuya nasıl elimizi uzatıyorsak, nasıl destek oluyorsak, güzel şeylerin olduğuna, olacağına nasıl inanıyorsak, diğer sporlarında futbol kadar güzel olduğunu biliyorsak, ay yıldızlı formayı giyen her çocuk bizim evladımızsa; 
Gelin ve hentbola, milli takıma destek verin lütfen! Milli takımı desteklemek için bir kulübün taraftarı, bir kulübün, bir gazetenin, bir branşın yazarı olmanıza gerek yok! İçinizde vatan sevgisi, spor sevgisi 
olsun yeter! 

Herşeyi annenizden, babanızdan, başkanınızdan, müdürünüzden beklemediğiniz gibi, herşey için doktora gitmediğiniz gibi gelin hentbola! Yazının başında anlattığım olaylarda nasıl "Hayır!" diyemiyorsanız buna da "Hayır!" demeyin! 
Bu kez değişik birşey yapın ve hentbola gelin! 
Bu Türkiye'nin takımı, bu Türkiye'nin Hentbol Milli takımı.. 
Gelin, beraber olalım, destek olalım! 
Türkiye Hentbol Milli takımının, Türkiye'nin yanında olalım! 



Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 01:07  No comments »

4 Ekim 2016 Salı


 Hentbolun bugünkü durumunu görüp "İçim sızlıyor!" "Canım acıyor!" deyince bazı arkadaşlar benim duygusal olduğumu söyler.  Duygusal olunca sanki yapılan doğruları veya  yanlışları göremiyor muşuz gibi.. Duygusal olunca, canımız acıyınca, gözlerimiz mi kör oluyor, aklımız mı kayboluyor! Herşeyin farkındayız ve herşeyi görüyoruz, sadece sporun, hentbolun güzelliğine saygımızdan fazlasını yazmıyoruz, paylaşmıyoruz.  


Dün facebook 'ta yayınladığım videoya bakar mısınız? Ve o maçın mümkünse tamamını izler misiniz lütfen!!

Maç İzmir'de, sahada İzmir takımı yok ama buna rağmen müthiş bir atmosfer var Celal Atik Spor Salonunda..

Daha önce paylaştığım ETİ- Barcelona bir Avrupa Kupası maçıydı ve tribünler bu nedenle doluydu diyebilirsiniz ancak bu maç, 

Eti Bisküileri - Beşiktaş maçı, Türkiye Liginde oynanan bir Play-off karşılaşması..

Maçı televizyon veriyor, tıklım tıklım dolu tribünler ve sahadaki müthiş  mücadele.. Türk hentbolu bir dönem böyleydi işte.. 

Eğer hentbolcuysanız bu atmosferi görünce içinizde sızlar, canınızda acır, duygusallaşırsınız da, boğazınızda düğümlenir. Benim bunları her seyrettiğimde gerçekten canım acıyor, kalbim ağrıyor.

Ancak maalesef birçok kimsenin canı acımadığı için bugünkü hentbol bu durumda değil, boş tribünlere oynuyor ve daha kötüsü tribünlerdeki bu insanlar bile hentbolu unutmuş durumda. 

Bu görüntüleri seyrettikçe öyle kötü oluyorum ki!

Hentbolu kimler boş tribünlere oynatacak duruma getirdiyse eski ayarlarına getirsin lütfen! Hentbol çok güzel bir spor  ve ben bu yıllardaki gibi bir hentbol, hentbol seyircisi istiyorum. 

Hentbol, 1989 yılında işte böyle dolu tribünlere oynanıyordu. Sadece İzmir değil, Eskişehir, Adana, Trabzon, İstanbul ve daha birçok ilde  tribünler böyleydi. Bu sahalardan geçen bir hentbolcunun canı da acır, öfkesi de büyür, gözleri de dolar. Bir şu görüntülere bakın, bir de geçen sene 82 kişi ile oynanan Şampiyonlar Ligi maçını düşünün!

Yazık! Gerçekten yazık! 

"Sistem böyle!" söylemlerine kesinlikle katılmıyorum. Sistemi insanlar yapar. Doğru şeyler yapılmış olsaydı, sistem doğru işlerdi. Her yerde, her şeyde yanlışlar tercih edildi, onaylandı, desteklendi. Yanlışlardan nasıl doğru bir sonuç çıkması beklenebilir ki! Sistem denilen bu şeyle kaç yetenek kayboldu, kaç yetenek küsüp hentboldan ayrıldı farkında mısınız?? 

Gerçekten artık hentbolda bunlar bir son bulsun, gerçekten!

Onun bunun adamı değil, hentbolun adamı gelsin hentbola..

Onun bunun tanıdığı değil, gerçek hentbol sevdalıları gelsin hentbola..

Oradan buradan kalan zamanında değil, tüm zamanını verecek insanlar gelsin hentbola..

Ondan bundan destek alarak değil, hentboldan destek alarak gelsinler hentbola..

İddia'dan alacakları para için değil, hentbol için gelsinler kulüpler hentbola.. 

Milli maça veya yurt dışına gidileceği zaman değil, hentbola her zaman gelecek insanlar gelsin hentbola..

Dikkat ederim!

Günal Ensari dışında kaç Hentbol Federasyonu başkanı geliyor maçlara.. 

Kendi maçı dışında kaç kulüp başkanı geliyor maçlara..

Kendi maçı dışında kaç hentbolcu geliyor maçlara..

Hentbolcu olan kaç Beden Eğitimi Öğretmeni kendi okulunda hentbol takımı çıkarıyor acaba..

Ya da hentbol gerçekten çok popüler bir spor dalı olsaydı kaç kişi aday olurdu dersiniz?  Ya da hentbol çok popüler olsaydı kaç gerçek büyük kulüpler girerdi hentbola dersiniz? Ya da başka bir soru! Neden hiç iyi hentbolcular, Hentbol başkanlığına aday olmuyor dersiniz? 

İşte tüm bu soruların cevabını, bugünkü hentbolun durumuna bakarak cevaplayabilirsiniz. Kim bitmiş, tükenmiş hentbola aday olur ki!  Hentbol başkan adaylarını gerçekten tebrik ediyorum. Büyük cesaret. Kendilerini sıfırdan başlanması gereken bir spor dalı bekliyor. 


Hentbol tam bize göre bir spor dalı.. Dinamiklik var, hız var, aksiyon var, mücadele var, onlarca gol var! Ne olur bu güzel spor için doğru birşeyler yapılsın artık. Şu maçı bir daha, bir daha izlesin Hentbol Federasyon adayları, daha sonra da bir de THF'ye gelsinler ve hentbolun ne kadar "geliştiğini" görsünler! O zaman ne dediğimi daha net anlayacaklardır. 


Lütfen! Lütfen! Lütfen! Ne yapılacaksa yapılsın ama hentbol yıllar önceki bu görüntülere, bu heyecana kavuşsun artık! 

Kolay hedefler değil, şampiyonlar Liginde var olmayı hedefleyen insanlar gelsin hentbola..

Olimpiyatlarda, Avrupa ve Dünya Şampiyonalarında olamadığımızda üzülen insanlar gelsin hentbola..

Hentbolun ilk yıllarındaki gibi büyük bir farkla yenildiğimizde kahrolan ve bir daha olmaması için savaşan insanlar gelsin hentbola..

Ne yapılacaksa yapılsın, hentbola kim gelecekse gelsin ama ne olur bugün salonlarımızda oynanan hentbol bu videodaki şekilde dolu tribünlere karşı oynansın! 

Ne olur! Ne olur! Ne olur!


Not: Bu videoyu gönderen Erdal Kaynak arkadaşıma çok teşekkürler.


2. Not: Acaba diyorum bu videoyu seçimler bitesiye kadar kaldırmasam mı? Bir daha bir daha baksalarda ne istediğimizi tam olarak anlasalar diyorum!



Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 05:04  No comments »

2 Ekim 2016 Pazar

Değerli hentbol severler, bir araştırma sırasında bulduğum ve çok önemsediğim bir yazıyı sizler için çevirmeye çalıştım, ancak yazı uzun olduğu için bazı raporlarda yapıldığı gibi bir okuyucu özeti yapmaya çalıştım. İsteyen olursa tamamını aşağıda verdiğim kaynaktan İngilizce ya da (mail adreslerini verirlerse onlara gönderebilirim) benim çevirimle de okuyabilir.

HC Metalurg’un Makedon antrenör Lino Cervar’ın Ağustos 2015’te Hentbolun Geleceği ile ilgili olarak yazdığı bu yazı antrenörlerimiz için olduğu kadar sporcularımız içinde önemli mesajlar içermektedir. Yazıya çok fazla yorum katmak istemedim çünkü yazının içeriği bizlere yeteri kadar bilgilendirme yapmaktadır. Özetle Cervar şunları söylemektedir:



 

• Hentbol ve diğer tüm spor dallarında, mücadele ettiğimiz tüm rakipler bizi mükemmelliğe, çeşitliliğe, yaratıcılığa ve yenilikçiliğe yönlendirmekte ve zorlamaktadırlar. Bu çerçevede hentbolun gelecekteki gelişimini düşünürken yaratıcılık konusu da göz önüne alınması gereken önemli noktalardan biridir.
• İlgi ya da merakla başlamayan bir bilgi/tecrübe olmadan yaratıcılıktan söz edilemez. Merak antrenörlerin yaşamlarının itici bir gücüdür, bilme ve öğrenme arzularının bir göstergesidir. 
• Hentbolde ilerleme sağlayabilmek, gelecekte yaratıcı ve mükemmel hentbolcular yetiştirebilmek için, günlük antrenmanlarımızda uygulamak üzere farklı sistemler ve öğretici yöntemler geliştirmeliyiz.
• Albert Einstein bir sözünde; “hep aynı şekilde iş yaparak daha iyi bir sonuç beklemek deliliktir.” der. Bir başka söz de “Alışkanlıklar öğrenmenin düşmanıdır” demektedir. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz; ilerlemenin, gelişmenin yolu değişimden ve yenilik yapmaktan geçer.
• Ne yazık ki, günümüzde hentbol, çeşitli eğitim ve koçluk yöntemlerinin etkililiği üzerine en az sayıda ve geçerlilikte bilimsel çalışma yapılan bir spor dalıdır. Fiziksel gelişmenin sağlanabilmesi için, teknik ve taktik çalışma yöntemlerinin bu araştırma alanlarındaki yerini alması gerekmektedir.
• Bir oyuncunun üst düzeyde ve sağlıklı bir şekilde gelişmesi için, onun işlevsel olarak kullandığı motorik becerilerinin, algılama ya da kavrama yeteneğinin, vücut yapısının, yapacağı işe yönelik gösterdiği çabanın vb. özelliklerin en nitelikli şekilde geliştirilmesi gerekir.
• Hentbola özgü motorik bilgilerin ve beceri transferinin; daha sonra öğrenilecek karmaşık bilgilerin ve iletişim problemlerinin çözülebilmesinde katkı sağlayacak şekilde ve şimdiden ne?, nasıl?, niçin? gibi soruların yanıtlarını buldurarak, düzenli ve öğretici bir yöntemle aktarılması gereklidir.

• Geleceğin hentbolu, en az antrenör kadar sporcunun da düşünmesini, antrenman yapmasını, yoğun çalışmasını ve yaratıcı olmasını gerektirmektedir.
• Durum ne olursa olsun oyuncular çok hızlı düşünmek, üretmek, oluşturmak ve sonuçlandırmak zorundadırlar. Oyun içindeki sorunları çok hızlı algılamak ve çözümlemeleri gerekmektedir.
• Teknik ve taktik çalışmalar aynı anda yapılmalıdır. Yalnızca oyuncular iyice ustalaştığında taktik onları gerçek bir oyuncu yapabilir. Ancak, iyi bir teknik olmadan, hiçbir taktik fikir doğru şekilde uygulamaya konamayabilir. Yine de, tekniğin bir ömür boyu devam ettiği, taktiğin ise birkaç günlük olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekir.
• Taktik, oyuncu sürekli kendi kendine şunları sorduğu zaman öğrenilir; “Rakibim sonra ne yapacak?” daha sonra “Rakibiminin beklemediği bir şeyi nasıl yapabilirim?”. Geleceğin hentbolcusu ileri görüşlü/öngörülü olmalı. Rakibini nasıl okuması gerektiğini bilmeli, böylece sonuçta rakibinin kararlarını geciktirebilmeli ya da engelleyebilmelidir.
• Gelecekte hentbol, hızlı oyuncu hareketleri ve oyuncu pozisyonlarındaki karmaşık değişimlerin hakim olduğu dinamik bir hal alacaktır. Oyuncular, şimdi olduğu gibi savunma ya da hücumda uzmanlaşmış oyuncular değil her ikisinde de uzmanlaşmış çok yönlü oyuncular olacaklardır. Doğal olarak bu durum, üst düzey antrenörlerin savunma ve hücumda çok hızlı bir şekilde taktiksel tepkiler vermelerini de gerektirmektedir. Bunu başarmak için, önceden tahmin yapabilme, algılama/sezme, ayrıntıları yakalama ve karar verme gibi özellikle bilişsel alandaki birçok detayda mükemmel olmaları gerekmektedir. Taktik tepki hızı, bilişsel ve zihinsel yeteneklere %70, motorik becerilere ise %30 bağlıdır. Buradan bilişsel ve zihinsel yeteneklerin önemini anlayabiliriz.

• Bir çok oyuncunun, kendi ilerlemesini/gelişmesini durdurduğunun bilinmesi çok önemlidir, çünkü pek çoğu bazı konularda doğaçlama yöntemlere odaklanmakta ve teknik-taktik gelişimden vazgeçmektedirler.
• Oyuna daha fazla yenilik katacak kişiler olarak, takımlarda genç oyuncuların da bulunması sağlanmalıdır. 2015 yılında Köln’de yapılan Final Four maçlarında, oyuncuların %60’ı 30-35, %20’si 35-40, %20’si de 30 yaşına kadar olan sporculardı. Bu durum, antrenörlerin nasıl “eski oyuncuların esiri olduklarının” ve “gençleri oynatma cesaretlerinin olmadığının” bir göstergesi olarak görülebilir.
• Her durumda 21. yüzyıl, bilgi, yaratıcılık, yenilik, rekabet ve muhakeme yeteneğinin bir bütünü olarak gösterilecektir. Yalnızca yeni ve yaratıcı düşünceler ile uygulamalar hentbolun ilerlemesini sağlar ve katkıda bulunabilir.
• En az 10 yıl ve üzeri haftada 20 saatten aşağı çalışan bir sporcu üst düzey bir oyuncu olamaz. Bu da demektir ki, ekstra antrenman yapılmadan bir oyuncu haftada 20 saat antrenman gerçekleştiremez.
• Günümüzde hala bir çok antrenör parlak ve iyi bir geleceği olmayan sporculara yatırım yapabilmektedir. Bu durum önemli bir fark yaratmaktadır.

• Gerçekte, bir oyuncunun beceri seviyesi, bir hareketi mantıklı, uyumlu ve dengeli bir şekilde en iyi yollarla nasıl yaptığını gösteren teknik kalite düzeyini ifade etmektedir. Bir oyuncunun bilgi düzeyi, karşılaştığı problemleri algılama ve buna göre ortaya koyduğu taktik davranışlarla ölçülür. Taktik, bir üstünlük sağlama savaşıdır. Bu nedenle, “hentbol öncelikle bir zeka oyunudur”.
• Gelecekte savunma açısından da hiçbir sıkıntı olmayacaktır. Savunmada hakim olan anlayış, yine dikkatin topa odaklandığı ve top nerede ise savunmanın orada olduğu, aynı zamanda savunma oyuncularının bir fazla olunmasına çalışıldığı şeklindedir. Şunu unutmamak gerekir, “her kazanan takımın arkasında iyi bir savunma başarısı ve karakteri vardır”. Savunma, bir takımın birlikteliğinin, takım çalışmasının ve iyi iletişimin bir göstergesidir.Oyuncu, yaptığı savunma ile kişiliğini ve karakterini en iyi şekilde gösterir. Eğer hiç savunma olmasaydı “Biz kimiz, bunu nasıl öğrenebilirdik? Sonuç olarak, iyi bir takım ve iyi bir savunma olmadan iyi bir maçtan bahsetmek mümkün değildir.
• Gelecekteki sistemli çalışmalarda yapılacak zihinsel antrenmanlar, sporcuların zihinsel gelişimleri açısından da çok önemlidir. Beynin operasyonel kısmı kaslarımızın işlevlerini yönetir, buna karşılık, nispeten daha az önem verilen ancak aslında en önemli role sahip olan ve çevresel şartları algılayan beynin zihinsel becerilerine yönelik bölümüne daha çok yoğunlaşılmalıdır.
• Nörologların söylediği gibi; “Beyin kas gibidir, bu nedenle onun da antrenman yapması gerekir.” Her zihinsel ya da konsantrasyon eğitimi bizi başarıya biraz daha yaklaştırır ve bu kazanan ve kaybeden arasındaki somut farkı ortaya koyar. Bu beceri stres ve baskı altındayken, dikkatimizi ve düşüncelerimizi istenilen yöne odaklayabilmek açısından çok önemlidir.
• Oyun içindeki durumlarla sporcunun zihinsel algılarının bir denge içerisinde olması gereklidir. Duygularımızın hiçbir zaman dikkat, konsantrasyon ve hafıza gibi zihin ve algılama becerilerimizin önüne geçmemesi önemlidir. Bu nedenle, algı, sözel anlayış, mantık yürütme, bellek hızı gibi bilişsel yeteneklerin tümü geliştirilmelidir.
• Biz geleceğin hentbol sloganını şöyle ifade ediyoruz: Oyunda, kaslara karşı akıl ve becerilerin gücü. Gelecekte hentbolde yeni standartlar geliştirilecektir, böylelikle teknik bilgi sahibi, taktik olarak hızlı cevap verebilen, yenilikçi ve yaratıcı hentbol oyuncuları hentbole yeni bir boyut getireceklerdir.
• Gelecekte sahalarda, uzun mesafe koşucusu, atlet ya da vücutçu değil, yaratıcı, bacakları kadar aklı/zekası da hızlı çalışan oyuncular görmek istiyoruz. Her rekabetçi oyunun amacı rakibi akılla yenmektir.
• Avrupadaki salon sporları içinde en ilgi çekici sporlardan biri olan hentbolun gelişmesi için önümüzde inanılmaz fırsatlar olduğunda inanıyorum.

 

Çeviren ve Hazırlayan: Dr. Zeki Pehlivan

 

KAYNAK:

 

LINO ČERVAR - Ağustos 2015

http://activities.eurohandball.com/article/23884

 

Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 10:13  No comments »

Eğer siz; “Gittiğim her maçta mutlaka benim takımım kazanmalı!,
Eğer siz; “İzlediğim her maçta mutlaka benim takımım gol atmalı!,
Eğer siz; “Oynadığımız her kupada mutlaka benim takımım şampiyon olmalı!,
Eğer siz, “Benim takımım her zaman başarılı olmalı, her zaman birinci olmalı! diyenlerdenseniz yazacağım bu güzel hikayeden bir şey anlamayabilirsiniz. Böyle olanlara tavsiyem okumayı hemen sonlandırmalarıdır.
Çünkü spor sadece bundan ibaret değil!

Eğer siz; sonuçtan, skordan çok, kazanan veya kaybedenden çok,  bir maç için yapılan hazırlıkları; bir derbi için duyulan heyecanı; bir gol için verilen dakikalar, saatler, günleri; bir kupa için yapılan analizler, taktikler, toplantıları; bir şampiyonluk için verilen o inanılmaz mücadeleyi, hırsı, inancı görmek için tribünlere gidiyorsanız; takımınızın formasını giyip yüzlerce taraftarın içinde kayboluyorsanız; yanınızda, önünüzdeki, arkanızdaki ile aynı tepkiyi veriyor, aynı güzel şeyleri alkışlıyorsanız; sesinizle, varlığınızla takımınıza, sporcunuza, kulübünüze, spora büyük güç veriyorsanız; yorulmasına rağmen daha çok koşmaya çalışan, bitmesine rağmen ayakta durmaya çalışan, yetişemeyeceğini bildiği halde yakalamaya çalışan, düştüğü, yaralandığı, sakatlandığı halde oyuna devam eden o müthiş mücadeleye ortak olmak istiyorsanız, arkasından itiyorsanız; sonucun ne olduğuna aldırmadan sporun o muazzam kalabalığında, birlikteliğinde, tribünlerin o güzel sesine eşlik edip aynı şarkıyı söylüyor, takımınızla her zaman gurur duyuyorsanız; sporcunuzun tribünlere attığı bir formayı almak için herkes gibi sizin de elleriniz uzanıyorsa; ve eğer siz, maç sonucunda spora kattığınız o güç, o mutlulukla sahadan ayrılanlardansanız, ancak o zaman bu hikayeyi anlayabilirsiniz. 


Çünkü spor sadece başarı değil, şampiyonluk değil, hep kazanmak, hiç değil!
Öyle olmuş olsaydı gittikçe azalan bu futbol seyircisi bile olmazdı tribünlerde.. Bu kadar bütçe, bu kadar olanak, bu kadar sporcusu olan futbol çok mu başarılı? Tabii ki hayır! Ama tribünlere giden insanlar tam bir takım taraftarı, tam bir kulüp sevdalısı, tam bir spor tutkunu insanlar. Öfke, kin ve nefretten uzak sadece sporun ruhuyla yaşayan gerçek spor sevdalıları hayat veriyor o yeşil çimlere.. Sporu gerçek anlamda yaşayan, sporu başka gözle gören insanlar, futbolu, sadece futbol olduğu için seven insanlar yaşatıyor bu güzel sporları.. Hentbola, basketbola, voleybola veya diğer tüm branşlara da bu sevgiyle, bu düşünceyle gitmeli insanlar. Bu sporları da canlandırmalı insanlar..  Sporun popüler olup olmamasına, sporcunun ünlü olup olmamasına, sporcunun kaç para kazanıp kazanmamasına bakmaksızın gitmeli insanlar spor salonlarına.. 
Çünkü sporda başka hikayeler de var.


Mesela dün, hentbolda öyle bir hikaye yaşandı. 
Hentbolun, EHF kokartına sahip, uluslararası düzeyde hakemlik yapan çok başarılı bir hakem ikilisi var. Kürşad Erdoğan ve İbrahim Özdeniz. Başta hentbolun en üst, en zor, en mükemmel Ligi olan VELÜX EHF Erkekler Şampiyonlar Ligi olmak üzere, Avrupa Kadınlar Şampiyonasında ve daha birçok önemli turnuvalarda düdük çaldılar, çalmaya da devam ediyorlar.. Bu Türk hentbolu ve hakemliği adına büyük başarı ve gurur verici bir olay. Bizim basınımızda adları pek geçmiyor ama EHF arşivlerinde isimleri sıkça yazılıyor. Bu, başarı odaklı olan spor yazarlarının bile dikkatini çekmiş değil henüz. 
Bu hakem çiftimiz, geçen sene de hentbolun en iyi ikinci Ligi olan EHF Kupasının dörtlü finalinde görevlendirildiler ve Finalfour’un yarı final maçını yönettiler. Ancak kendileri sadece sahada değil, saha dışındaki davranışlarıyla da örnek insanlardır. Hentbolun en güzel parçalarından biridir bu isimler. Basketbol Federasyonunun basketbol hakemleri için yaptığı gibi bir kitap hentbol da yapılsa, kitapta en çok sayfayı alacak hakem isimlerindendir Kürşad Erdoğan ve İbrahim Özdeniz.    
Ancak ben burada sporun sahadaki değilde, saha içinde başlayıp saha dışında devam eden güzel bir düşünceyi, anlamlı bir hareketi sizlere aktaracağım.
Kürşad Erdoğan ve İbrahim Özdeniz hakem ikilisinin geçen Myıs ayında yönettiği Fransız Chambery Savoie Handball ile İspanyol Fraikin BM. Granollers arasında oynanan üçüncülük dördüncülük maçını İspanyol takımı aldı ve EHF Kupasında üçüncü oldu. Bir Türk hakem ikilisinin yönettiği bu maç kendileri ve tabii ki bizim Türk hakemliği açısından çok önemli bir aşama ve başarıydı ancak bundan sonrası, bu maç benim için çok daha önemli hale geldi. 
Nasıl mı? Dün Ankara’da, Erkekler Süper Liginde Maliye Milli Piyango-Zağnosspor karşılaşması vardı ve biz her zamanki gibi THF Spor Salonuna gittik. Takımlar sahaya çıktı, ısınmalar başladı ve bir süre sonra da maçın hakemleri göründü salonda. Kürşad Erdoğan ve İbrahim Özdeniz ikilisi. Bizi yurtdışında başarı ile temsil eden hakemi görmek çok güzeldi ve çok mutlu olmuştuk ancak asıl sürpriz bundan sonra başladı ve bundan sonrası beni ilgilendiriyor.
Nasıl bir duygu yaşadığımı anlatmam için sizlere birkaç şey söylemek isterim. Yıllarca milli takımda oynadım ama bıraktığım sene bile milli takımda oynamama rağmen ayrılırken, ne bir plaket, ne bir teşekkür yazısı aldım. Yıllarca çeşitli kulüplere oynadım ama hentbolu bıraktığım kulüpten bile bir şilt veya küçük bir tabak bile almadım. İnsanın kendisini anlatması veya yazması çok zor oluyor, çok da tuhaf geliyor ama öyle sıradan bir sporcu değildim ben. İyi oyuncu, değerli oyuncu veya Gol Kraliçeliği ödüllerim var.
Gönül isterdi ki, ya da Zeynur isterdi ki kendisine en azından “Hizmetleriniz için çok teşekkür ederiz.” denilsin. Ama olmadı. O yüzden spor sadece saha içinde oynanılan oyun değildir diye tekrar tekrar söylüyorum. 
Yanlış hatırlıyor olabilirim ama Faruk Uraz’ın bir kitabında vardı galiba. “Nankör olan spor değil, insanlardır!” diye.. Maalesef bu davranış çoğu spor dalında var. Her yerde, herkese forma dağıtan yetkililer milli takımlara emek veren sporcularını da düşünmeli, forma verilen insanlardan daha çok emek, zaman, hizmet veren milli sporcularına biraz daha özen göstermeli, sporcuların kendilerini değerli hissetmeleri sağlanmalı diye düşünüyorum. Umarım bundan sonra ki sporculara bunlar yapılır ancak bugün maalesef, “Bu bana Türkiye Hentbol Federasyonunun bir hediyesidir ve benim için çok değerlidir.” diyebileceğim hiçbir şey yok evimde..
Şimdi tekrar düne gelelim! Salona giren hakem ikilisinden İbrahim Özdeniz’in elinde bir hentbol topu vardı ve geldi, o topu hakem masasının üzerine bıraktı. Herkes gibi ben de ve de çok  normal olarak o topun maç topu olduğu düşünüyordum. Ancak bir süre sonra İbrahim Özdeniz elinde tuttuğu top ile bizim olduğumuz tribünlere doğru geldi ve beni işaret etti. Yanına gittim. 
“Zeynur abla, bu geçen sene Fransa’da, EHF Kupasında yönettiğimiz maçın topu. Bunu senin için aldık. Senin maça geleceğini biliyorduk. Ankara’da olduğumuz bir maç da bunu sana vermek istedik."dedi.
Bundan sonrasını, bu duyduklarımdan sonra ne hissettiğimi yazmaya gerek var mı? Bu duyguların, bu düşüncelerin tarifi olur mu? İnsan bazen gerçekten aptallaşıyor. Birincisi, böyle şeylere alışkın değilim. Aptallaşmam çok normal.. İkincisi de, topun EHF finali topu olması, çok önemli bir maçın topu olması, Fransa’dan gelmesi, bu topun o maçın hakemleri tarafından bana ulaşması.. Şaşırmam çok normal.. İnanılır gibi değil! Öylesine güzel bir mutluluk, öylesine güzel bir aptallık, öylesine güzel bir şaşkınlık ki bu!


Şampiyon olan sporcular bir anı, bir kanıt uğruna fileleri keserken, maçın topunu alırken, takımlar  maç formalarını, kupaları müzelerine kaldırırken, şampiyonluk fotoğrafları kocaman duvarlara asılırken ve bende de, milli takımlardan kalan hiçbir şey yokken insan bu davranış, bu düşünce  karşısında ne hissedebilir, ne diyebilir, ne söylenebilir ki! 
Kendilerine saklamaları gereken bu güzel hatırayı bana verdiler. Ne denilebilir ki!
Bence bu yazı burada kalsın, burada bitsin! Bu o kadar anlamlı, bu o kadar sporcu duyarlılığı ile yapılan bir davranış ki, sanırım söylenecek her söz bunun güzelliğine gölge düşürecektir. Bu topu ömrün boyunca saklayacağım bilinsin yeter. Bu herşeyi anlatır sanırım. 
Binlerce, yüzlerce kez teşekkürler. İyi ki varsınız Kürşad Erdoğan, İbrahim Özdeniz
#KürşadErdoğan #İbrahimÖzdeniz.
Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 08:35  No comments »

26 Eylül 2016 Pazartesi


Temmuz 15 dediğinde Ankara'nın tüm sporcuları burada toplanırdı. Burası Beştepe Koşu parkuru, daha doğrusu parkuruydu. Çünkü artık burası eski Beştepe değil! Çok değişti. Yenileme diye, eski doğal görünümü yok oldu ve yerine yapay, dar bir koşu yolu yapıldı. Neyse! Dün buraya tekrar gittim ve eski günler geldi aklıma..

Hatırlar mısınız? Biraz açma germe yaptıktan sonra başlardık koşmaya. Öyle koşu yönünde değil, ters yönden.. Caddeyi solumuza alıp, kırmızı geniş toprak yoldan yavaş yavaş koşmaya başlardık. Bir ayakkabıyı feda ederdik orada. Her tarafı kırmızı olan çorap ve ayakkabılarımız o günlerin anılarıydı. 
Basketbolcusu, voleybolcusu, hentbolcusu, hep birlikte.. Tanışma ve buluşma yeriydi adeta o dönemler Beştepe.. Kimin ne olduğu, hangi sporcunun hangi sporu yaptığı hemen anlaşılırdı. İnce uzun fizikleri, sürekli birarada, çok yavaş, sakin bir şekilde koşan, sadece bir tur atan ve sanki hiç terlememeleri gerekiyormuş gibi olan takımlar, voleybolculardı. 
Biraz daha uzun ve biraz daha kalın fizikleri, atlet tipi formalarıyla biraz daha tempolu koşanlar, voleybolculardan bir tur fazla atanlar, biraz daha fazla terlemeye başlayan ve takımlarından bir iki kişinin ayrı ayrı koşmaya başladığı takımlar ise basketbolculardı.
Hem uzun, hem kısa, hem kalın, hem ince fiziklere sahip olan, hem basketbolculara, hem voleybolculara turlar atan, daha koşunun başından itibaren grubun büyük bir bölümü ayrı ayrı koşmaya başlayan, deli danalar gibi 3-4-5 tur atan takımlar ise hentbolculardı.

Tüm spor dalları başka özellikleri içerir ve başka çalışma tekniklerine ihtiyaç vardır. O nedenle bunları söylerken lütfen basketbolu veya voleybolu küçümsediğimi düşünmeyin. Her sporu ne kadar çok sevdiğimi beni takip edenler iyi bilir. Çünkü voleyboldaki o kısa alandaki mücadele, hız alma, sıçrayış, vuruş veya basketboldaki pivot oyuncusunun hentboldaki pivottan çok daha fazla mücadele ettiği, bir top için o azametli sporcularla çember altında bir iki değil çok daha fazla oyuncu ile savaşması inanılır gibi değil!

Ben burada sadece Beştepe'de gördüklerim, gözümün önünde kalanları yazıyorum. 
Kronometre ile koşmaya başlardık. Çok hafif bir yokuş olurdu başlangıçta.. Solumuzda kalan Jandarma Komutanlığına yaklaştığımızda bir söğüt ağacı çıkardı karşımıza ve neredeyse hemen hemen her gün o ağacın altında su birikintisi olurdu ve biz o çamura basmamak için gerekirse caddeye çıkar oradan koşmaya devam ederdik. Komutanlığın tam karşısına geldiğimizde de yol sağa kıvrılırdı. Uzun ve gittikçe yükselen, çok tatlı bir yokuş vardı ve git git bitmezdi. Ak Saray'ın  Beştepe'ye bakan kapısının tam karşısına geldiğimizde de, yol nihayet ormana dönerdi. Bu dönüş, bu an bizim en çok beklediğimiz andı. Çünkü o dönüşten sonra yol yokuş aşağı giderdi, yani biz nefes tüketmek zorunda kalmazdık ve biz burada bacakları boşa alıp nefesimizi düzenlerdik. Trafikten uzak, ağaçlıklar arasında, tertemiz bir hava ve sessizlik içindeki bu yol, hem de yokuş aşağı giden bu yol, koşunun en güzel yoluydu. Burası bizim koşunun adeta Bolu Dağındaki mola noktası gibiydi. Çünkü yokuşun bitmesiyle birlikte, ormanın tam ortasındaki düzlük alanda sonra soldan başlayıp sağa doğru yükselen bir yokuş vardı ki el insaf! 
Hangi koşu böyle dik bir yokuşla sonlanırdı ki! Ama yapacak birşey yoktu ve bu parkurun bitiş noktası da böyleydi. Her turu 2.5 kilometre olan, inişli, çıkışlı bu parkuru dik bir yokuşla tamamlamak gerçekten çok zordu. İlk günlerde 15 dakika koşulması istenen bir tur, zamanla 11 veya 9 dakikada bitmesi istenirdi. Koş Allah koş! 

Tatilden gelmişsin! İstediğimiz kadar tatilimizi aktif geçirsek de ilk günlerdeki o kas tutulmalarla mutlaka tanışırdık. O kas ağrılarına rağmen koşmak acayip bir duygudur. Acı biber yemek gibi.. Hem yanarsın, hem terlersin, hem de yemeye devam edersin! O kaslar çalışmaya, işlerlik kazanasıya kadar yürümek, merdiven çıkmak bir zulümdür. 
Ama dediğim gibi koşu candır, hayattır. Yavaşça açılmaya başlayan ama açılınca kendiliğinden giden kollar, bacaklar.. Başlangıçta daralan, tıkanan, yanan ama açılınca bir makina gibi işleyen boğazlar, ciğerler.. Ve sahaya çıkınca o güçlü bacaklarla rakipleri geçtiğin an.. Hani derler ya! Korkunç güzeldir. Çok iyi hissettirir bir sporcuyu..
İşte o sezon başı koşuları, bu Beştepe parkurunda yapılırdı. İlk fotoğrafta gördüğünüz noktada antrenörler bekler, hatta oradaki küçük tepenin üzerine çıkar ve sanki görecekmiş gibi kestirmeden gelen sporcuları gözetlemeye çalışırdı. Oysa kestirmeden koşmayı aklına koyan bir sporcu her şekilde bunu yapardı. Sporcular hatırlayacaktır. Genellikle atların güzergahı olan, binicilerin kullandığı, direkt olarak aşağıdaki düzlüğe çıkan çok kestirme bir yol vardı. Bunu birçok tembel sporcu kullanırdı. Bazen birbirimizi uyardığımız bile olurdu.  Aşağıya gelindiğinde çeşmede suyla kendisini ıslatan ve sanki çok koşmuş, çok terlemiş gibi yapan her branştan sporcular olurdu. Antrenörlerde bilirdi bunu ama yapacak bir şey yoktu. 

O dik yokuş bittikten sonra birden durmamak için, büyük çaba harcardık. Nefesimiz normale dönene kadar yavaş koşulara devam ederdik. Tüm oyuncular geldikten sonra da, iyi bir strecthing yapar ve başlangıç noktasında sprintler atardık. 

Ve mutlu son. Voleybolcular çok rahat, basketbolcular biraz yorgun ve hentbolcular bitkin bir şekilde ertesi gün buluşmak üzere vedalaşırdık. Güzel günlerdi. Burası, Beştepe Parkuru, Ankara'lı sporcuların Temmuz ayını geçirdiği en güzel adresti.
Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 23:29  No comments »

Bookmark Us

Delicious Digg Facebook Favorites More Stumbleupon Twitter

Search