Tam saatinde girdim salona.. En ön sıralara yakın bir yerdeydi yerim. Oturdum ve sahneye baktım. Bir görüntü vardı ekranda, bana çok tanıdık, çok sevimli gelen.. İstanbul Oyuncak Müzesinin giriş fotoğrafı vardı ekranda. Çok hoşuma gitti. Çünkü bu fotoğrafın bir benzerinin, merdivenlerinde Zeynur Pehlivan’ın oturduğu bir fotoğraf bende de var.
Bu nedenle izin verirseniz Sivrisinek Dedin de Aklıma Geldi adlı gösteri hakkında yazmadan önce, hemen birkaç hafta öncesine dönüp o fotoğrafın olduğu güne, Oyuncak Müzesi ziyareti gününe dönmek istiyorum.
Uzun yıllar İstanbul’da yaşayıp, şu an Ankara’da yaşayan birisi olarak sevdiğim ve çok şey öğrendiğim; tarih, deniz, sanat, spor, edebiyat kokan; etkinliklerle, anılarla, sevdiğim insanlarla dolu olan ve gençliğimdeki bana bunlardan çok izler bırakan İstanbul’a her geldiğimde mutlaka güzel bir şeye katılmak, güzel bir etkinliğe, bir arkadaşa gitmek ve görmek isterim. Yani zamanımı İstanbul’a ve İstanbul’da ki güzel şeylere ayırırım.
En son gittiğimde de böyle bir şey yaptım. Dolmuşa bindim ve “İstanbul Oyuncak Müzesi lütfen!” dedim. Sokağa girip uzaktan zürafaları gördüğümde eşimin sözleri aklıma geldi. “Kadınlar hiç büyümüyor azizim!” demişti birgün arkadaşlarla otururken.. Aynı o duygularla doldu yüreğim.. Bir anda küçücük bir çocuk heyecanı kapladı içimi.. Hemen girmek istedim içeri ama, önce biraz durdum ve uzaklaştım. Tam olarak, daha geniş açıdan görmek istedim o güzel çocuk evini..
Bir çocuk kadar bembeyaz, bir çocuk odası kadar rengarenk, bir çocuk kadar tertemizdi. Oyuncak Müzesinin dışı, çocuklu bir evin salonu gibiydi adeta. Zürafalar bir tarafta, Nasrettin hoca bir tarafta, satranç taşları bir taraftaydı, yani oyuncaklar sokağa ve bahçeye taşmıştı. Bir çocuğun odasına girer gibi usulca girdim içeriye..
İlk anda karşımda Karagöz ve Hacivat’ı gördüğümde, “Hoş geldin Karagözüm!” ”Hoş bulduk kel kafalı kara üzüm!” seslerini duyar gibi oldum. Daha da keyiflendim. Bir şey kaçırmamak adına her santimde, her katta, her vitrinde uzun uzun durdum. Her gördüğüm oyuncaklarda, “Bu oyuncak bende de vardı!” “Bu oyuncaklarla bizlerde oynamıştık!” “Bu oyuncaklar bizim zamanımızın oyuncakları..” heyecanla dediğim zamanlarda oldu. “Böyle oyuncaklarda mı varmış!” “Aman Allahım! Bu oyuncaklar bizden çok yıllar öncesine ait!” “ Sunay Akın bunları nereden bulmuş!” diyerek hayret ettiğim çok oyuncaklarda oldu.
Bebeklere, askerlere, uçaklara, müzik aletlerine, küçük evlere, küçük mutfaklara, küçük ev eşyalarına, şatolara, kalelere tekrar tekrar baktım. Binlerce küçük oyuncak için, binlerce zaman verildiğini hemen anladım. Her defasında teşekkür ettim. Bir defasında da kafamın değdiği kuşetli trenin koltuğuna oturup, çok uzaktan gelmekte olan tren ve inek seslerine, çok yakından, çok canlı gelen çocuk seslerine kulak verdim. “Yok artık! Bunları da mı düşünmüşler!” dedim. Sonra kendime şaştım. “Zeynur buraya onun için gelmedin mi?” “Sunay Akın’ın detaycılığını, seni derinliklere, seni uzaklara götürdüğünü bilmiyor musun?” dedim.
Yukarı kata çıktığımda daha güzel bir sürprizle karşılaştım. Rengarenk sesleri, rengarenk desenleri ve rengarenk yüzleriyle 7-8 yaşlarında olduğu anlaşılan, bir oyuncaktan diğer bir oyuncağa, bir vitrinden diğer bir vitrine, bir kattan diğer bir kata koşan, 15-20 kadar çocuğun müze içinde olduğunu gördüm. Kulağıma gelen canlı ve yakından olan seslerin bu sevimli çocuklara ait olduğunu o an anladım ve daha mutlu oldum.
“İşte! Müzenin gerçek sahipleri bu çocuklar!” dedim içimden.. “Müzenin gerçek sesleri bunlar!” Herşey bir anda bütünleşmiş oldu kafamda. Oyuncaklar ve çocuklar.. “Bu yaştaki bir çocuğa müzeyi, kültürü, tarihi sevdirmek, bu yaştaki bir çocuğu alıp Medeniyetler Müzesine götürmekle öğretilmiyor, sevdirilmiyor. Bir çocuk önce kendi yaşına uygun, seveceği, ilgileneceği bir müzeyle başlamalı müze, kültür ve tarihini sevmeye.. Önce Oyuncaklar Müzesine gelmeli, görmeli ve uğramalı bir çocuk..” dedim. Sonra, benim gibi bir büyüğün ve bir çocuğun aynı oyuncaklara baktığında neler hissettiğini görmek istedim. Baktığımda her ikisinin de çocuk olduğunu gördüm. O an eşimin haklı olduğunu anladım.
Şekerler içindeki en alt kata indim. Yan tarafta başka bir çocuk grubu oyun hamurlarıyla birşeyler yapıyorlardı. Oturdum ve düşünmeye başladım. “Sanırım burada bir yetişkin de, bir çocuk da; her yetişkin de her çocuk da kendinden birşeyler buluyordur.”dedim.
Ama yine de bir iki şey eksik kalmış gibi geldi bana. Birincisi gözüm Sunay Akın’ı aradı. “Bu oyuncakların hikayesini onun ağzından dinlemek sanırım çok başka bir şey olurdu.” dedim. İkincisi de, sporu sevdiğini, Trabzonspor’da futbol kaleciliği yaptığını bildiğim ve kaleci için, “Tüm takım arkadaşları sırtını dönerken, hiçbir arkadaşına sırtını dönmeyen adamdır.” tarifini yapan Sunay Akın’a, hem bu güzel söz teşekkür etmek, hem futboldaki kaleci, top, golun hentbolda da olduğunu belirtip bir maça davet etmek, hem de Oyuncak Müzesine gelen çocukların oynaması için bir hentbol topu hediye etmek istiyordum. Kendisini göremedim ama, aklımda; "Bir toplumun geleceğine giden yol, o ülke çocuklarının oyunlarından ve oyuncaklarından geçer." sözü kalmış olarak, içimde kelebekler uçarak, sevinçle, bir çocuk gibi oynayarak, gülerek çıktım müzeden..
Gelelim tekrar gösteri gününe.. İstanbul’da ki işim bitti ve Ankara’ya döndüm. Fakat ne güzel tesadüftür ki bu kez Sunay Akın Ankara’daydı. İçimi bir anda, Oyuncak Müzesi çıkışındaki gibi bir sevinç kapladı. Sunay Akın Ankara’ya her geldiğinde gittiğim gibi, dün yine gittim Nazım Hikmet Kültür Merkezine.. Yenimahalle Belediyesi Kadın Hentbol takımının maçlarından tanıdığım Barış Ballıktaş bey oradaydı. Barış beye, gösteriden önce Sunay Akın’ı görmek istediğimi, bu konuda bana yardımcı olmasını istedim. Hiç zaman kaybetmeden “Buyrun hocam!” dedi. Beraber indik merdivenleri.. Birkaç dakika sonra Sunay Akın’ın odasının önünde, birkaç saniye sonra da Sunay Akın'ın yol arkadaşı Can Adıgüzel beyin odaya girip benim kendisini beklediğimi söylemesi ile de bir anda karşımda buldum Sunay Akın’ı.. Unutmadan, bu yardımı, bu güzel buluşmayı sağladığı için Barış beye hemen, burada çok teşekkür ediyorum.
Sahneye çıkmak için hazırlanması gerektiğini bildiğim için amacım, kendisiyle çok hızlı, kısa bir görüşme yapmak, elimdeki hentbol topunu Oyuncak Müzesine gelen çocukların oynaması için getirdiğimi söylemek ve kendisini bir hentbol maçına davet etmekti. Elimdeki top da öyle sıradan bir top değil hani! Köln'de ki, Şampiyonlar Ligi finalinde Veszprem'li gol kralı Momir Ilic'in final öncesi sahaya çıkıp, tribünlere attığı ve benim elime gelen topdur o küçük hentbol topu! Anısı, heyecanı büyüktür bende..
Buluştuk Sunay Akın'la.. Ama Sunay Akın ne acele etti, ne de çok kısa, çok sahte bir konuşma oldu.
Tanıştık, sıcacık bir ilgi ve sözlerle sohbet edip sonrasında da hentbol topunu kendisine verdim. Hentbol topunun üzerindeki ZEZE’den tutun, Can Çelebi’ye kadar sorular sordu Sunay Akın. Beşiktaş Mogaz Hentbol takımı antrenörleri İlker Şentürk ve Müfit Arın ile olan arkadaşlıklarından bahsetti. Topun üzerindeki 11 numarasının anlamını sorduğunda ve benim bunun ailemizin forma sırt numarası olduğunu; benim, eşimin ve oğlumuzun, üçümüzünde hentbol milli takımın formasını giydiğimizi söylediğimde de, yanındaki arkadaşlara dönüp “Görüyor musunuz arkadaşlar! Bakın ne güzel hikayeler var!” dedi. Daha sonra yardımcısına dönerek, “Lütfen hocamızın telefon numarasını alır mısın! Konuşmak istiyorum.” diyecek kadar bana zaman ve önem verdi. Hatta inanır mısınız bununla yetinmeyip Can Çelebi ile olan fotoğrafını bulup bana gösterdi.
Bir hentbol maçına geleceğini söyledi, fotoğraflar çektirdik ve ayrıldık. Ben sırtımı dönüp giderken, Sunay beyin içeriden gelen şuna benzer bir cümlesini duydum. “Ya arkadaşlar, şuna bakar mısınız! Milli bir kadın hentbolcu Oyuncak Müzesi için hentbol topu getirdi!” Gülümseyerek uzaklaştım ve yukarı kattaki yerime oturdum. Telefonumu kapatmak amacıyla elime aldığımda son kez gelen mesajlara bakmak istedim. Bir de ne göreyim! Ben yukarıya, yerime çıkasıya kadar, Sunay Akın, gösteri öncesi benimle olan fotoğrafı paylaşmış ve sonuna “Hentbol Güzeldir.” diye yazmıştı. İnanamadım. Gece daha da güzelleşmişti benim için.. Çünkü biliyordum ki artık çok daha fazla insan hentbolu duyacak, hentbolu hatırlayacaktı. “Yaşasın!” dedim. “Hentbol Güzeldir.” diyen bir sanatçımız var ve bu sanatçımızın adı Sunay Akın.. Seviyorum her ikisini de..
Sporun ve sanatın birleştirici gücünü, o inanılmaz birlikteliğini gördüm ve etrafıma tekrar bakıp “Bu kadar kalabalığı ancak sanat, spor, edebiyat, şiirle uğraşan güzel insanlar toplayabilir!” dedim.
Bu düşünceler içindeyken, her zamanki gibi karanlıkta gizlenmeyi çok iyi başaran bir sivrisineğin oyun öncesi birkaç hatırlatma yapıp son olarak da, “Yaramazlık yapanı sokarım ha!” sesiyle gösteri zamanının geldiğini anladım.
Bu kez yalnız değildi Sunay Akın. “Aranızda beni ilk kez dinleyenler var mı?” diye sorduğunda utanarak elimi kaldırdığım Nihat Sırdar vardı sahnede. Nihat beyi ilk kez seyrediyor, dinliyordum ama sanırım artık böyle bir soruda “Çokkkkkk!” diyecek ve elimi hiç kaldırmayacağım.
O ne anlatım, o ne doğaçlama, o ne mizah anlayışı öyle! Sahneyi ilk çıktığında bizlere “Hoşgeldiniz!” dedikten hemen sonra, “Ben de boş gelmedim!” diyerek ayakkabı kutusuyla sahneye çıkması, ilk andan son ana kadar çok etkiledi beni. Olayları kanıtlarla, hareketlerle anlatmasından, kendi yaşadığı mahkeme olaylarını anlatış üslubuna, yaptığı Haka dansına kadar herşey mükemmeldi. Aslında düşününce onunda Sunay Akın gibi detaycı olduğunu anladım. Çünkü Haka dansındaki ellerin yumruk pozisyonundaki halinde, baş parmağın nereden çıkacağına kadar ayrıntılarıyla anlatıyordu herşeyi.. Nihat Sırdar’ı tebrik ediyorum. Güzel saatler geçirmemizin yarısı da kendisine aittir.
Uzun bir yazı oluyor biliyorum ama dün kendileri de aynı şeyi demişti. “Bu gösteri iki saatte sürebilir, üç saatte!” diye. Benim yazım da iki satırda sürebilir, üç satırda. Dileyen salondan çıkabilir. Çıkışlar sol taraftan..
Ve daha sonra Nihat Sırdar, Sunay Akın’ı davet etti sahneye.
Bazılarımız bir konunun işlenişini bir kitapta okumayı, bazılarımızda bir filmde görmek ister değil mi? İşte Sunay Akın bana bu ikisinin birleşimi, karışımı gibi geliyor. Kitapta bulduğumuz detayları aktarıyor, anlatıyor, yaşıyor, yaşatıyor. Bir resmin, bir insanın, bir olayın bilmediğimiz, atladığımız detaylarını; bir film kesiti gibi sunuyor izleyenlere.. Sesiyle, görüntüsüyle, vurgusuyla, hareketleriyle..
Bazen yüksek bir sesle “Demokrasi!” diyor, bazen alçak bir sesle “Bizim en büyük hastalığımız Alzheimer!” diyor.
Bazen bilimin, bazen de müzelerin öneminden bahsediyor.
Bazen, “Değerli olan hisse senetleri değil, hissi senetlerdir!” diyor, bazen de “Adalet bana taze sıcak ekmek kokusuyla gelir!” diyor.
Ama en güzel de, en yüksek, en gür sesle de, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” diyen Mustafa Kemal Atatürk için, “Teknolojinin olmadığı, bilgiye ulaşmanın çok zor olduğu o dönemlerde, bu büyük insan tüm gerçekleştirdiklerini yıllar önce nasıl düşünmüş, nasıl gerçekleştirmiş olabilir!” diye hayretle soruyor, büyük bir saygıyla Atatürk fotoğrafının önünde duruyor.
Dediğim gibi, her perdesinde ayrı bir hikayenin işlendiği bir sinema filmi gibi izledik, dinledik. Bıkmadan, usanmadan, uyumadan..
İki kişi.. Biri uzun, biri kısa.. Biri zayıf, biri topluca.. Biri ayıkken, diğeri sarhoşken yüzebiliyor. Birisi oturunca diğeri ayağa kalkıyor, birisi konuşurken diğeri susuyor, birisi güldürürken diğeri düşündürüyor. Kısacası sahnede birbirleriyle uyumlu, birbirlerini tamamlamış iki güzel insan.. Varolun.
Güzel saatler geçirdim, güzel şeyler öğrendim, son zamanlarda unuttuğumuz gülmeyi hatırladım ve çok güzel duygularla oradan ayrıldım. Sebebi sizlersiniz. İyi ki varsınız. Başta İstanbul Çocuk Müzesi olmak üzere yaptığınız herşey, sözlediğiniz her söz, yazdığınız her kelime için tekrar tekrar teşekkürler. Sağolun.
Zeynur Pehlivan
0 yorum:
Yorum Gönder