Zeynur Pehlivan; Beden Eğitimi Öğretmeni, Milli Hentbolcu, Antrenör, Hentbol Yazarı; Eğitim Uzmanı, Milli Hentbolcu Zeki Pehlivan'ın Eşi; Lise Öğrencisi, Milli Hentbolcu Doruk Pehlivan'ın Annesi
  • Kaliteli Hentbol : Seyirci

    Türkiye de ki U20 Avrupa Erkekler Hentbol Şampiyonası esnasında Talant Dujshebaev ve Heiner Brand’la sohbet etme şansına sahip olmuş, Heiner Brand’a ise bir çok sorunun ...

  • Bir Hentbol Maçına Bunun için Gitmelisiniz..

    Pek çok spor dalı bir birine benzer özellikleri ve becerileri içerir. Bu becerilerin üst düzeyde uygulandığı sportif özelliklerde bu branşın güzelliklerini ortaya çıkarır....

  • Siyah Final

    Herkes tahmin eder, Erkekler Hentbol Süper Liginde Beşiktaş’ın final oynayacağını. Ve bu nedenle gözler diğer finaliste çevrilir. ...

29 Kasım 2016 Salı


Dün korkunç bir uçak kazası yaşandı. Sabahın erken saatlerinde hepimiz şok olduk. Daha önce yaşanan uçak kazalarında mucizevi bir şekilde kurtalanlar gibi kurtulanlar olsun istedik! Bir mucize bekledik! 
Evet bir mucize gerçekleşti.  Beş kişi kurtarıldı. İçlerinde futbolcu olanlar da vardı. Ama daha sonra bu kurtulanlardan bir tanesin hayata uçakta değil, hastanede veda ettiğini öğrendik. Maalesef mucizenin gücü sadece dört kişiye yetti. Peki, uçakta birçok meslekten, birçok ülkeden insanlar hayatını kaybetmişken biz neden sadece Chapecounse futbol takımını konuşuyoruz, hiç sordunuz mu kendinize?
Chapecounse’nin kulüp tarihindeki en önemli maçına gittiğinden bahsediliyor! Chapecounse kalecisi için “Eğer o kritik atışı kurtarmamış olsaydı, Chapecounse takımı şimdi o uçakta olmayacaktı.” deniliyor!
Attığı goller, soyunma odasındaki sevinçleri, tarihi finale giderken geçtikleri pasaport kontrolü ve hayatlarını vereceklerini bilmeden bindikleri ve ölüme gülerek poz verdikleri, o sonradan paramparça olmuş olan uçağın içindeki futbolcuların görüntüleri…
Uçakta hayatlarını kaybeden her hayat, mutlaka futbolcular kadar değerli ve futbolcular kadar önemli insanlardır. Onlar da futbolcular gibi insandır. Onlar da birer candır. Ve onların da hayatları aynı şekilde, aynı uçakta son buldu.


Ama biz neden hep sadece bir kulüpten ve sadece futbolculardan bahsediyoruz! 
İşte sporun gücü burada! Aynı anda hayata göz yuman diğer insanların da hikayeleri vardır ve biz bunu zaman içinde öğreneceğiz, ama futbol öyle mi, futbol takımı, futbol kulübü öyle mi!
Belki bir sporcu olduğumuz için, belki sporcunun neler yaşadığını iyi bildiğimiz için aklımıza ve dilimize hep Chapecounse takımı geliyor. Ama bir de şöyle düşünün! 1973 yılında kurulan bir kulüp; kaç sporcuya hizmet etmiş, kaç çocuğa  takım ruhunu, takım birlikteliğini öğretmiş, kaç çocuğa Chapecounse formasını giydirmiş, Brezilya gibi bir ülkede kaç çocuğu sokaktan kurtarmış, ait olduğu yerin sokak değil, Chapecounse tesisleri olduğunu hissettirmiş, kaç çocuğa bir yuva, bir adres, bir ev olmuştur? 
Sporun gücü bu zaten! Aslında sadece bu da değil! Bu çocukları, gençleri seyretmek için kaç taraftarı stadyumlara çekmiş, kaç Brezilyalıyı Chapecounse’li yapmıştır?
Diğer taraftan, spor yapmak, sporcu olmak ne kadar zordur biliyor musunuz? Sizler sadece arabalara binen, lüks lokantalarda yemek yiyen, her taraftarla selfie çektiren insanlar olduğunu zannediyorsunuz değil mi?
Ama sporculuk o değil! Sporculuk bambaşka bir şey! Hem fiziksel, hem zihinsel olarak hep hazır olmak demek! Televizyon seyrederken ertesi günkü maçı oynamak, ekrandaki filmde kendini, rakibini görmek, mutfağa giderken bir kafa golu atıyormuş gibi yapmak, tüm gün sessizliğe bürünmek ve maçın o heyecanıyla gözünü hiç kapayamamak demek!
Malzemelerini alıp, sırtına çantasını geçirip evden çıktığında, kulaklığını takıp dünyadan arındığında, o an maçı oynamaya başlamış olmak demek! 
Sessiz ve ıssız soyunma odasına girip tek başına takım arkadaşlarını beklemek, gelen her takım arkadaşı ile selamlaşmak ve aynı duyguların onda da olduğunu, onun da gözüne hiç uyku girmediğini görmek demek! 
Sahaya çıkıp, tüm yıl, tüm antrenman, tüm taktikleri uygulamaya çalışırken; elinden geleni, sporun gerekliliğini yerine getirmeye, takımını en iyi şekilde temsil etmeye çalışırken;  bazen alkış, bazen yuhalama, bazen pet şişesine, bazen; bazen rakip, bazen hakem, bazen küfür, bazen tekme, bazen sakatlıklara maruz kalmak demek! 
Bunlar inanın sporun en güzel tarafları… Kazanınca birlikte yerlere yatmak, bir penaltı çıksın diye kolkola girip dua etmek, hep birlikte taraftarı alkışlamak, aynı şarkıyı taraftarla birlikte söylemek, kazanınca da, kaybedince de bir yumruk olmak!
Biz hep futbolu ve futbolcuları konuşuyorsak, bu kadar insana farklı duygular, farklı anlar, inanılmaz hikayeler yaşattıkları içindir!


Ancak hikayeler hep sahada kalmaz hep sahada olmaz sporda! Sporun acı tarafı işte bu! Hep birlikte finale giderken hep birlikte ölüme gitmek, ikiz bebek taşıyan eşinin kaza geçirdiği anda yanında olamamak demek! Dün uçak kazasından bahsederken Çaykur Rizesporun futbolcusu Leonard Kweuke’nin, Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan ve 8 aylık ikiz bebeklerini taşıyan eşinin hayatını kaybettiğini öğrendik! 
Gerçekten çok acı… Tarihinde ilk kez final oynamak için yola çıkmış olan bir futbol takımı bir uçak kazasında; bir futbolcunun henüz anne karnında olan ikiz çocukları da bir trafik kazasında yok oluyor!
Sporculuk işte bu anlarda çok, ama çok zor… Eşinin kaza anında yanında olamıyorsun! Böyle,  öyle çok hikayeler vardır ki spor dünyasında… Çocuğunun doğumunda eşinin yanında değil, maçta olursun! Anne veya babanın hastalığında, veya vefatında yanında değil, sahada olursun! Çocuğunun büyüdüğünü, mezun olduğu günleri göremezsin! Ailenin, çocuklarının tüm geleceğini, sorumluluğunu eşine, ailene bırakıp deplasmana, kampa gidersin! 
Hergün antrenmanda veya maçta olması, her hafta başka bir deplasmanda olması, her an sevdiklerinden uzak olması… Sporculuk ne kadar zordur biliyor musunuz? Kötü haberi ya antrenmanda, ya maç sonrasında alırsın! Anne, baba veya çocuk acısına rağmen sahaya çıkıp top oynarsın! İçin kan ağlar, dışından ter damlar! Bunları yaşarken sahada olmanın, oyun oynamanın ne kadar zor olduğunu düşünebiliyor musunuz? Onların neler yaşadığını bilmeden bizler hep iyi oynasınlar istiyoruz değil mi? Siz kötü durumdayken iyi bir iş performansı sergiliyor musunuz? Cevabınızı duyabiliyorum.  
Ancak bugün bunların tam tersi oldu. Kweuke eşinin yanına gidemiyor, hayatlarını sahada değil, uçakta kaybeden futbolcuların aileleri, eşleri, çocukları, her zaman takımlarının yanında olan taraftarları da, ölüm anlarında sporcuların yanlarında olamıyor! 
Hayat sen nasıl bir şeysin! Spor sen nasıl bir hayatsın!
İşte biz sporcular bu hikayeleri bildiğimiz, gördüğümüz ve bu duyguları yaşadığımız için daha çok futbolcuları konuşuyoruz! Bu ve bunun gibi hikayeleri, kulüpleri, sporcuları bildiğimiz ve bazen de biz deplasmana giderken bu tür ciddi kazalar atlattığımız için daha çok Chapecounse takımını konuşuyoruz. Sahaya çıkıp oynayan, alkışlanan, haklarında kötü sözler söylenilen, haklarında her türlü şeyler yazılan, ama içlerinde neler yaşadığını bilmediğimiz bu insanlar için üzülüyoruz. 
Aynı soyadı taşıyan bir aile nasıl bir trafik kazasında yok oluyorsa öyle yok oldu Chapecounse takımı… Doğması, ayağa kalkması, neslini tekrar devam ettirmesi zaman alacak! 
Ya Kweuke! Bir sonraki maça nasıl çıkacak! Yaşadığı duygularını kim bilebilir, kim yaşamak ister!
Ya bundan sonra ki Chapecounse! Yeni takım, yeni oyuncular neler hissedecek dersiniz!
Allah kimselere, hiçbir kulübe, hiçbir ülkeye böyle acılar, böyle kazalar yaşatmasın! 

Acı, gerçekten büyük acı... Ama birşey var ki, sadece biz sporcular değil, hiçbirimiz, gülerek finale giden, soyunma odasında şarkılar söyleyen, uçakta gördüğümüz son görüntüleri ile hatırlayacağımız, “Büyük Yeşil” “Batı’nın Kasırgası” lakaplı bu güzel insanları hiç unutmayacağız.
Ne garip tesadüftür ki kulübün renklerinde yine yeşil olan, Rizespor'lu Kweuke'nin belki de ismi konulmuş olan çocuklarını hiç unutmayacağız.
“Spor; hayatın ta kendisidir.”deriz. Ne kadar doğru, ne kadar gerçek  ve ne kadar acı olduğunu bir kez daha gördük. Sevinçlerini, sevdiklerini, bir daha oynayamayacakları sahalarını; bir daha göremeyecekleri sevgililerini, ailelerini, memleketlerini; kazanıp kazanmayacaklarını hiç bilemeyeceğimiz final maçını ve finalden sonra neler olacağını; yine öyle bir sevinç tablosu görüp göremeyeceğimizi, ellerinde kupa olup olmayacağını hiç bilemeyeceğiz, göremeyeceğiz. Keşke biz bunları bilmesek görmesek de, onlar görebilselerdi!
Biz bu takımı hiç unutmayacağız. Bu takımı ve bir ay sonra dünyalar onun olacak olan ama bir anda dünyası başına yıkılan Kweuke'nin acılarını içimizde hissediyoruz. Chapecounse takımını ve sporcularını, uçak kazalarında hayatlarını kaybeden diğer takımlarla; Torino, Manchester United, Zambiya Milli takımıyla birlikte saygıyla hatırlayacağız, acıyla anacağız. 

Mekanınız; renkleriniz gibi, cennet gibi yeşil-beyaz olsun Chapecounse futbolcuları. Sizleri seyretmeye gelen insanların ve artık sessizliğe bürünen stadyumunuzun ışıkları içinde uyuyun! 
#Chapecounse #UEFA #Brasil #Football #Rizespor #ÇaykurRizespor #Kweuke
Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 23:23  No comments »

14 Kasım 2016 Pazartesi


Tam saatinde girdim salona.. En ön sıralara yakın bir yerdeydi yerim.  Oturdum ve sahneye baktım. Bir görüntü vardı ekranda, bana çok tanıdık, çok sevimli gelen.. İstanbul Oyuncak Müzesinin giriş fotoğrafı vardı ekranda. Çok hoşuma gitti. Çünkü bu fotoğrafın bir benzerinin, merdivenlerinde Zeynur Pehlivan’ın oturduğu bir fotoğraf bende de var. 
Bu nedenle izin verirseniz Sivrisinek Dedin de Aklıma Geldi adlı gösteri hakkında yazmadan önce, hemen birkaç hafta öncesine dönüp o fotoğrafın olduğu güne, Oyuncak Müzesi ziyareti gününe dönmek istiyorum. 
Uzun yıllar İstanbul’da yaşayıp, şu an Ankara’da yaşayan birisi olarak sevdiğim ve çok şey öğrendiğim; tarih, deniz, sanat, spor, edebiyat kokan; etkinliklerle, anılarla, sevdiğim insanlarla dolu olan ve gençliğimdeki bana bunlardan çok izler bırakan İstanbul’a her geldiğimde mutlaka güzel bir şeye katılmak, güzel bir etkinliğe, bir arkadaşa  gitmek ve görmek isterim. Yani zamanımı İstanbul’a ve İstanbul’da ki güzel şeylere ayırırım.
En son gittiğimde de böyle bir şey yaptım. Dolmuşa bindim ve “İstanbul Oyuncak Müzesi lütfen!” dedim. Sokağa girip uzaktan zürafaları gördüğümde eşimin sözleri aklıma geldi. “Kadınlar hiç büyümüyor azizim!” demişti birgün arkadaşlarla otururken.. Aynı o duygularla doldu yüreğim.. Bir anda küçücük bir çocuk heyecanı kapladı içimi.. Hemen girmek istedim içeri ama, önce biraz durdum ve uzaklaştım. Tam olarak, daha geniş açıdan görmek istedim o güzel çocuk evini..


Bir çocuk kadar bembeyaz, bir çocuk odası kadar rengarenk, bir çocuk kadar tertemizdi. Oyuncak Müzesinin dışı, çocuklu bir evin salonu gibiydi adeta. Zürafalar bir tarafta, Nasrettin hoca bir tarafta, satranç taşları bir taraftaydı, yani oyuncaklar sokağa ve bahçeye taşmıştı. Bir çocuğun odasına girer gibi usulca girdim içeriye..
İlk anda karşımda Karagöz ve Hacivat’ı gördüğümde, “Hoş geldin Karagözüm!” ”Hoş bulduk kel kafalı kara üzüm!” seslerini duyar gibi oldum. Daha da keyiflendim. Bir şey kaçırmamak adına her santimde, her katta, her vitrinde uzun uzun durdum. Her gördüğüm oyuncaklarda, “Bu oyuncak bende de vardı!” “Bu oyuncaklarla bizlerde oynamıştık!” “Bu oyuncaklar bizim zamanımızın oyuncakları..”  heyecanla dediğim zamanlarda oldu. “Böyle oyuncaklarda mı varmış!” “Aman Allahım! Bu oyuncaklar bizden çok yıllar öncesine ait!” “ Sunay Akın bunları nereden bulmuş!” diyerek hayret ettiğim çok  oyuncaklarda oldu.
Bebeklere, askerlere, uçaklara, müzik aletlerine, küçük evlere, küçük mutfaklara, küçük ev eşyalarına, şatolara, kalelere tekrar tekrar baktım. Binlerce küçük oyuncak için, binlerce zaman verildiğini hemen anladım. Her defasında teşekkür ettim. Bir defasında da kafamın değdiği kuşetli trenin koltuğuna oturup, çok uzaktan gelmekte olan tren ve inek seslerine, çok yakından, çok canlı gelen çocuk seslerine kulak verdim. “Yok artık! Bunları da mı düşünmüşler!” dedim. Sonra kendime şaştım. “Zeynur buraya onun için gelmedin mi?” “Sunay Akın’ın detaycılığını, seni derinliklere, seni uzaklara götürdüğünü bilmiyor musun?” dedim. 
Yukarı kata çıktığımda daha güzel bir sürprizle karşılaştım. Rengarenk sesleri, rengarenk desenleri ve rengarenk yüzleriyle 7-8 yaşlarında olduğu anlaşılan, bir oyuncaktan diğer bir oyuncağa, bir vitrinden diğer bir vitrine, bir kattan diğer bir kata koşan,  15-20 kadar çocuğun müze içinde olduğunu gördüm. Kulağıma gelen canlı ve yakından olan seslerin bu sevimli çocuklara ait olduğunu o an anladım ve daha mutlu oldum. 
 “İşte! Müzenin gerçek sahipleri bu çocuklar!” dedim içimden.. “Müzenin gerçek sesleri bunlar!” Herşey bir anda bütünleşmiş oldu kafamda. Oyuncaklar ve çocuklar..  “Bu yaştaki bir çocuğa müzeyi, kültürü, tarihi sevdirmek, bu yaştaki bir çocuğu alıp Medeniyetler Müzesine götürmekle öğretilmiyor, sevdirilmiyor. Bir çocuk önce kendi yaşına uygun, seveceği, ilgileneceği bir müzeyle başlamalı müze, kültür ve tarihini sevmeye.. Önce Oyuncaklar Müzesine gelmeli, görmeli ve uğramalı bir çocuk..” dedim. Sonra, benim gibi bir büyüğün ve bir çocuğun aynı oyuncaklara baktığında neler hissettiğini görmek istedim. Baktığımda her ikisinin de çocuk olduğunu gördüm.  O an eşimin haklı olduğunu anladım.
Şekerler içindeki en alt kata indim. Yan tarafta başka bir çocuk grubu oyun hamurlarıyla birşeyler yapıyorlardı. Oturdum ve düşünmeye başladım. “Sanırım burada bir yetişkin de, bir çocuk da; her yetişkin de her çocuk da kendinden birşeyler buluyordur.”dedim. 
Ama yine de bir iki şey eksik kalmış gibi geldi bana. Birincisi gözüm Sunay Akın’ı aradı. “Bu oyuncakların hikayesini onun ağzından dinlemek sanırım çok başka bir şey olurdu.” dedim. İkincisi de, sporu sevdiğini, Trabzonspor’da futbol kaleciliği yaptığını bildiğim ve kaleci için, “Tüm takım arkadaşları sırtını dönerken, hiçbir arkadaşına sırtını dönmeyen adamdır.” tarifini yapan Sunay Akın’a, hem bu güzel söz teşekkür etmek,  hem futboldaki kaleci, top, golun hentbolda da olduğunu belirtip bir maça davet etmek, hem de  Oyuncak Müzesine gelen çocukların oynaması için bir hentbol topu hediye etmek istiyordum. Kendisini göremedim ama, aklımda; "Bir toplumun geleceğine giden yol, o ülke çocuklarının oyunlarından ve oyuncaklarından geçer." sözü kalmış olarak, içimde kelebekler uçarak, sevinçle, bir çocuk gibi oynayarak, gülerek çıktım müzeden..   


Gelelim tekrar gösteri gününe.. İstanbul’da ki işim bitti ve Ankara’ya döndüm. Fakat ne güzel tesadüftür ki bu kez Sunay Akın Ankara’daydı. İçimi bir anda, Oyuncak Müzesi çıkışındaki gibi bir sevinç kapladı.  Sunay Akın Ankara’ya her geldiğinde gittiğim gibi, dün yine gittim Nazım Hikmet Kültür Merkezine.. Yenimahalle Belediyesi Kadın Hentbol takımının maçlarından tanıdığım Barış Ballıktaş bey oradaydı. Barış beye, gösteriden önce Sunay Akın’ı görmek istediğimi, bu konuda bana yardımcı olmasını istedim. Hiç zaman kaybetmeden “Buyrun hocam!” dedi. Beraber indik merdivenleri.. Birkaç dakika sonra Sunay Akın’ın odasının önünde, birkaç saniye sonra da Sunay Akın'ın yol arkadaşı Can Adıgüzel beyin odaya girip benim kendisini beklediğimi söylemesi ile de bir anda karşımda buldum Sunay Akın’ı.. Unutmadan, bu yardımı, bu güzel buluşmayı sağladığı için Barış beye hemen, burada çok teşekkür ediyorum.   
Sahneye çıkmak için hazırlanması gerektiğini bildiğim için amacım, kendisiyle çok hızlı, kısa bir görüşme yapmak, elimdeki hentbol topunu Oyuncak Müzesine gelen çocukların oynaması için getirdiğimi söylemek ve kendisini bir hentbol maçına davet etmekti. Elimdeki top da öyle sıradan bir top değil hani! Köln'de ki, Şampiyonlar Ligi finalinde Veszprem'li gol kralı Momir Ilic'in final öncesi sahaya çıkıp,  tribünlere attığı ve benim elime gelen topdur o küçük hentbol topu! Anısı, heyecanı büyüktür bende..

Buluştuk Sunay Akın'la.. Ama Sunay Akın ne acele etti, ne de çok kısa, çok sahte bir konuşma oldu. 
Tanıştık, sıcacık bir ilgi ve sözlerle sohbet edip sonrasında da hentbol topunu kendisine verdim. Hentbol topunun üzerindeki ZEZE’den tutun, Can Çelebi’ye kadar sorular sordu Sunay Akın. Beşiktaş Mogaz Hentbol takımı antrenörleri İlker Şentürk ve Müfit Arın ile olan arkadaşlıklarından bahsetti. Topun üzerindeki 11 numarasının anlamını sorduğunda ve benim bunun ailemizin forma sırt numarası olduğunu; benim, eşimin ve oğlumuzun, üçümüzünde hentbol milli takımın formasını giydiğimizi söylediğimde de, yanındaki arkadaşlara dönüp “Görüyor musunuz arkadaşlar! Bakın ne güzel hikayeler var!” dedi. Daha sonra  yardımcısına dönerek, “Lütfen hocamızın telefon numarasını alır mısın! Konuşmak istiyorum.” diyecek kadar bana zaman ve önem verdi. Hatta inanır mısınız bununla yetinmeyip Can Çelebi ile olan fotoğrafını bulup bana gösterdi. 

Bir hentbol maçına geleceğini söyledi, fotoğraflar çektirdik ve ayrıldık. Ben sırtımı dönüp giderken, Sunay beyin içeriden gelen şuna benzer bir cümlesini duydum. “Ya arkadaşlar, şuna bakar mısınız! Milli bir kadın hentbolcu Oyuncak Müzesi için hentbol topu getirdi!” Gülümseyerek uzaklaştım ve yukarı kattaki yerime oturdum. Telefonumu kapatmak amacıyla elime aldığımda son kez gelen mesajlara bakmak istedim. Bir de ne göreyim! Ben yukarıya, yerime çıkasıya kadar, Sunay Akın, gösteri öncesi benimle olan fotoğrafı paylaşmış ve sonuna “Hentbol Güzeldir.” diye yazmıştı. İnanamadım. Gece daha da güzelleşmişti benim için.. Çünkü biliyordum ki artık çok daha fazla insan hentbolu duyacak, hentbolu hatırlayacaktı. “Yaşasın!” dedim.  “Hentbol Güzeldir.” diyen bir sanatçımız var ve bu sanatçımızın adı Sunay Akın.. Seviyorum her ikisini de.. 


Sporun ve sanatın birleştirici gücünü, o inanılmaz birlikteliğini gördüm ve etrafıma tekrar bakıp “Bu kadar kalabalığı ancak  sanat, spor, edebiyat, şiirle uğraşan güzel insanlar toplayabilir!” dedim.   
Bu düşünceler içindeyken, her zamanki gibi karanlıkta gizlenmeyi çok iyi başaran bir sivrisineğin oyun öncesi birkaç hatırlatma yapıp son olarak da, “Yaramazlık yapanı sokarım ha!” sesiyle gösteri zamanının geldiğini anladım. 
Bu kez yalnız değildi Sunay Akın. “Aranızda beni ilk kez dinleyenler var mı?” diye sorduğunda utanarak elimi kaldırdığım Nihat Sırdar vardı sahnede. Nihat beyi ilk kez seyrediyor, dinliyordum ama sanırım artık böyle bir soruda “Çokkkkkk!” diyecek ve elimi hiç kaldırmayacağım.
O ne anlatım, o ne doğaçlama, o ne mizah anlayışı öyle! Sahneyi ilk çıktığında bizlere “Hoşgeldiniz!” dedikten hemen sonra, “Ben de boş gelmedim!” diyerek ayakkabı kutusuyla sahneye çıkması, ilk andan son ana kadar çok etkiledi beni. Olayları kanıtlarla, hareketlerle anlatmasından, kendi yaşadığı mahkeme olaylarını anlatış üslubuna, yaptığı Haka dansına kadar herşey mükemmeldi. Aslında düşününce onunda Sunay Akın gibi detaycı olduğunu anladım. Çünkü Haka dansındaki ellerin yumruk pozisyonundaki halinde, baş parmağın nereden çıkacağına kadar ayrıntılarıyla anlatıyordu herşeyi.. Nihat Sırdar’ı tebrik ediyorum. Güzel saatler geçirmemizin yarısı da kendisine aittir.    
Uzun bir yazı oluyor biliyorum ama dün kendileri de aynı şeyi demişti. “Bu gösteri iki saatte sürebilir, üç saatte!” diye. Benim yazım da iki satırda sürebilir, üç satırda. Dileyen salondan çıkabilir. Çıkışlar sol taraftan.. 
Ve daha sonra Nihat Sırdar, Sunay Akın’ı davet etti sahneye.
Bazılarımız bir konunun işlenişini bir kitapta okumayı, bazılarımızda bir filmde görmek ister değil mi? İşte Sunay Akın bana bu  ikisinin birleşimi, karışımı gibi geliyor. Kitapta bulduğumuz detayları aktarıyor, anlatıyor, yaşıyor, yaşatıyor.  Bir resmin, bir insanın, bir olayın  bilmediğimiz, atladığımız detaylarını; bir film kesiti gibi sunuyor izleyenlere.. Sesiyle, görüntüsüyle, vurgusuyla, hareketleriyle..
Bazen yüksek bir sesle “Demokrasi!” diyor, bazen alçak bir sesle “Bizim en büyük hastalığımız Alzheimer!” diyor.
Bazen bilimin, bazen de müzelerin öneminden bahsediyor.
Bazen, “Değerli olan hisse senetleri değil, hissi senetlerdir!” diyor, bazen de “Adalet bana taze sıcak ekmek kokusuyla gelir!” diyor. 
Ama en güzel de, en yüksek, en gür sesle de, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” diyen Mustafa Kemal Atatürk için, “Teknolojinin olmadığı, bilgiye ulaşmanın çok zor olduğu o dönemlerde, bu büyük insan tüm gerçekleştirdiklerini yıllar önce nasıl düşünmüş, nasıl gerçekleştirmiş olabilir!” diye hayretle soruyor, büyük bir saygıyla Atatürk fotoğrafının önünde duruyor. 
Dediğim gibi, her perdesinde ayrı bir hikayenin işlendiği bir sinema filmi gibi izledik, dinledik.  Bıkmadan, usanmadan, uyumadan.. 
İki kişi.. Biri uzun, biri kısa.. Biri zayıf, biri topluca.. Biri ayıkken, diğeri sarhoşken yüzebiliyor. Birisi oturunca diğeri ayağa kalkıyor, birisi konuşurken diğeri susuyor,  birisi güldürürken diğeri düşündürüyor. Kısacası sahnede birbirleriyle uyumlu, birbirlerini tamamlamış iki güzel insan.. Varolun.
Güzel saatler geçirdim, güzel şeyler öğrendim, son zamanlarda unuttuğumuz gülmeyi hatırladım ve çok güzel duygularla oradan ayrıldım. Sebebi sizlersiniz. İyi ki varsınız. Başta İstanbul Çocuk Müzesi olmak üzere yaptığınız herşey, sözlediğiniz her söz, yazdığınız her kelime için tekrar tekrar teşekkürler. Sağolun. 
Zeynur Pehlivan


Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 03:02  No comments »

9 Kasım 2016 Çarşamba


"Sayın Müdürüm, Değerli Öğretmen Arkadaşlarım, Çok Sevgili Öğrenciler ve Kıymetli Velilerimiz,
Bugün burada, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ebediyete intikal edişinin 78. yılında, Atatürk’ü anmak ve Atatürk’ü anlamak için toplanmış bulunuyoruz. Şimdi sizleri, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları için iki dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.”
Okul olarak, öğretmen ve öğrenciler olarak her milli bayrama, her özel güne ayrı ayrı ve çok büyük önem ve özen gösterirdik. Sadece öğretmen ve öğrencilerin değil, her velinin de bu törenlere katılmalarını sağlar ve her töreni büyük bir coşkuyla kutlardık. 


Ama, 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü her şeyi ile bambaşkaydı. Yakamızda Atatürk rozetleri, elimizde karanfillerle tören alanında toplanır, zamanlamaya dikkat eder, saat tam dokuzu dört geçe yukarıdaki  bu cümleyi okumaya başlar, siren ve korna sesleri arasında tüm ülke ile aynı anda, Cumhuriyetimizin kurucusu için saygı duruşuna geçerdik.
Günün anlam ve önemini anlatan Okul Müdürünün ve öğretmenlerin hazırladığı metinlerde, öğrencilerin okuduğu şiirlerde, diğer milli bayramlardaki gibi coşkuyla alkışlamaz, aksine büyük bir sessizlik ve dikkatle töreni takip ederdik.
Tören bittikten sonra da tüm sınıflar sırayla Atatürk büstünün önünden geçer ve ellerindeki karanfilleri Atatürk’e sunardı. 
Ardından, birkaç sınıf Anıtkabir’e gider, okul koridorlarında Atatürk’ün sesi yankılanır, konferans salonlarında Atatürk belgeselleri izlenir ve öğrenciler, ona olan büyük saygı, sevgi ve minnettarlık duygularını göstermek için, gün boyunca Atatürk büstünün yanında sırayla nöbet tutarlardı.
10 Kasım bizim için; Atatürk’ü anma ve anlama günüydü.
10 Kasım bizim için; Atatürk’e olan sonsuz bir saygı ve sevgi günüydü.
10 Kasım bizim için; Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti ve İlkelerini daha iyi anlamak ve daha iyi anlatmak günüydü. 
10 Kasım bizim için; Atatürk’ün ölüm ve ölümsüzlük günüydü.
10 Kasım bizim için; Atatürk'e olan büyük bir özlem günüydü.

Bugün 10 Kasım..
Bugün yine böyle birgün..
Özlemle, sevgiyle, saygıyla ve minnetle..
Anıyoruz, arıyoruz.
Anacağız, arayacağız. 
Posted by http://zeynurpehlivan.blogspot.com/ on 21:31  No comments »

Bookmark Us

Delicious Digg Facebook Favorites More Stumbleupon Twitter

Search