Sonucunda
büyük bir ödül ya da birincilik…
İki takım
kuruluyor. Biri diğerinden çok farklı, çünkü hepsi ünlü hatta bazıları çok ünlü,
Avrupa da bile. Diğeri ünsüz, kimse onları tanımıyor, onlarda birbirlerini. Aynı
ortamda, eşit ama zor şartlarda yaşayacak, yarışacaklar. Her iki takımın amacı
da aynı; yarışmanın sonunu görebilmek ve birinci olmak.
Tabii bunun
için ön hazırlıkların iyi yapılmış olması gerekir, çünkü bu uzun bir yolculuk
ve neyle karşılaşacağını bilmiyorsun. Kimi zaman yaşam şartlarıyla, kimi zaman kendi
takım arkadaşınla, kimi zamanda rakip takımla mücadele etmen gerekiyor. Bunun
içinde yeterli beceriye, dirence, güce, hırsa sahip olunmalı. Yarışmacılar çok
heyecanlı. Bir an önce yarışmanın başlamasını istiyorlar ve tabii seyirci de…
İlk günler,
her işte olduğu gibi çok güzel geçiyor. Sözler dikkatli, davranışlar temkinli, yardımlaşma dayanışma had safhada. Senin
onlara onlarında sana ihtiyacı var.
Yarışmalar
başlıyor. Beş, yedi ya da onuncu oyunu kazanan takım, yarışmayı yani büyük ödülü kazanıyor.
Yarışmaların sonucunda alınacak puanlar zaman zaman ferdi, zaman zaman da
takımın göstereceği performansa bağlı. Yarışma alanında müsabaka esnasında
çevrede -rakip takım dışında- sadece görevliler mevcut. Başlangıçta kazanıyorsun kazandıkça
keyifleniyorsun. Ama her şey ilk günkü gibi iyi gitmiyor ve kazanan hep sen
olmuyorsun. Bazen de diğer takım
kazanıyor. Hatta hep kazanmaya başlıyor. Yeniliyorsun. Yenildikçe takım içinde
huzursuzluklar, anlaşmazlıklar çıkıyor, kavgalar başlıyor. Saha içinde olması
ve kalması gereken mücadele, sportmenlik anlayışı saha dışına çıkıyor.
Ancak farklı şekilde.
Yalnız
unutulan bir şey var. Kameralar her şeyi
seyirciye sunuyor -yarışma anında ya da
dışında- söylenilen her söz
duyuluyor, yapılan her hareket - iyi ya
da kötü- görülüyor, herkes her şeyi
biliyor, tanıyor, öğreniyor ve yorumlar yapıyor. O nedenle yapılan her
harekette çok dikkatli olunmalı. Sarf edilen kötü sözler de, sportmenlik dışı
ve ekip ruhuna uymayan davranışlar da. Seyircilerin bazıları hayranı olduğu,
desteklediği bir sporcuyu ya da takımı izlemek için, bazıları bu oyuna tamamen gönül verdikleri, sevdikleri
için, bazıları ise sadece seyrettiği
oyundan keyif almak adına televizyon karşısına geçiyorlar. Bu insanların tek ya
da tüm beklentileri o zor şartlarda, o yaşam koşullarıyla baş etmen ve yarışmalarda, sporun tüm güzelliklerini oyuna yansıtarak, bütün
gücünle -ne kadar gücün kaldıysa- mücadele
etmen. Çünkü seyirci güzel şeyler görmek istiyor. Bunu göremeyen, bulamayan ve beğenmeyen bir
seyirci başka televizyon kanalına, başka
oyuna yöneliyor ve işte asıl o zaman maç kaybediliyor, işte o zaman seyirci finali bile izlemek
istemiyor.
Bir hentbol
takımından ve hentbol maçından bahsetmiyorum. Ben Acun Ilıcalı’nın Survivor yarışmasından
bahsediyorum. Orada verilen mücadeleden bahsediyorum. Her türlü zeminde – sulu,
çamurlu, kaygan, kum- verilen
mücadeleden; aç kalmamak için, hayatta kalmak için verilen mücadeleden; anlaşamayan, ama yarışma
esnasında her şeyi unutup bir bütün olan, bir takım olan insanların verdikleri
mücadeleden bahsediyorum. Kazanılan yarışmalar sonrasında gülen yüzlerden,
kaybedilen yarışmalar sonrasında yenilginin nedeni olarak hakemin
gösterilmemesinden bahsediyorum. Sevdiklerinden
uzakta, üç ay boyunca bu mücadeleyi sürdürmek ve mümkün olduğu kadar uzun süre
bu adada kalmak için nasıl mücadele ettiklerinden bahsediyorum.
Hangi
antrenörün ne zaman ve nerede
söylediğini hiç hatırlamıyorum ama cümleyi çok net hatırlıyorum “Bir takıma
nasıl maç kazanılacağını öğretmeden önce,
mücadele etmeyi öğretmelisiniz”
demişti.
Mücadele
etmek sadece maç saatinde orada bulunup atmış dakika sahada görünmek değil,
mücadele etmek demek; aynı Survivor daki
gibi maç saati dışında da birlikte zaman geçirmek, yemek yemek, ekstra antrenman
yapmak, takım üyelerinin zor zamanlarında yanlarında olmak demek. Modern
hentbol anlayışı içinde tıpkı Almanya, İspanya, Macaristan ve hatta Slovenya
gibi, bir final müsabakası
oynuyormuşçasına, ısınma devresinden itibaren performansını sürekli yükselterek, omuz omuza savaşarak, yan yana değil, çoğu zaman daha
önde koşarak, sadece bir devre değil, maç sonlanıncaya kadar bu şekilde devam ettirmek demek. O zaman kalecilerde
tribünlere giden topu almak için
kendileri tribünlere çıkmayacak, o topu bir seyircinin elinden alacaktır. O
zaman seyirci, madalya töreninde yaşananları, salondaki pankartları veya hakemleri
protesto ederek madalya almayan kulüp ve sporcularını değil, sahadaki
mücadeleyi seyredecek ve konuşacaktır. Bazı maçlarda sporcuların bir gram bile
terlemediklerini gördüğüm zaman içimden hep şu geçiyor “Acun bizi Panamaya götür”.
0 yorum:
Yorum Gönder