Bir iki yıl öncesine kadar, muhteşem
koşardım. Sabah uyanıp ağzıma küçük bir parça çikolata atıp dışarı çıkmak,
kolları uzatıp pectoralisleri açmak, ciğerleri temiz havayla doldurmak,
trapezius ve deltoidleri hafifçe yoklayıp, quadriceps ve hamstringleri munis bir şekilde esnetip adımları
hızlandırmak; dağ tepe, gece gündüz, yaz
kış demeden, toksinlerden arınasıya, yorgunluktan, hamlıktan, uyuşukluktan
kurtulasıya kadar koşmak, müthiş bir
keyif verirdi bana..
İstanbul’da oynadığım yıllarda, Abraham
Paşa Korusu, Yoğurtçu Parkı, Belgrad Ormanları ve her iki yakanın her iki
sahilinde; Ankara’da da Atatürk ve
Öğretmenler günü gibi koşularında koşmuşluğum
vardır. Yazın Çanakkale’de Dardanelspor’un
sezon öncesi düzenlediği Halk Koşularına katılmışlığım ve üç kez
birincilik kürsüsüne çıkmışlığım vardır.
Ancak şimdi, bana 18 yaşında olmadığımı hatırlatan
bir bedenim ve hentbolcu olduğumu hiç unutturmayan bir dizim
var. Ufukta bana bir operasyon görünüyor
ama bu problem benim koşmamı engellese de, yürümemi engellemiyor. Bugünlerde aksatmadan her gün yürümeye çalışıyorum.
İstanbul Maratonunda yürümeyi de bu nedenle istedim. Ancak asıl
nedenim başkaydı. Gençliğimin ve hentbol
yıllarımın geçtiği İstanbul ve hentbol için.. Anılarımın olduğu kentte olmak, anılarıma
yukarıdan bakmak için..
Antrenman yaptığımız Kuleli Askeri Lisesine,
antrenmana giderken ve dönerken uğradığımız Çengelköy manavlara, köprünün Anadolu yakasının hemen altındaki
Spor Salonuna, Dost Lisesine giderken dolmuştaki son adres olan Tarabya’ya, teknesine bize
alarak bize tekne ve deniz kültürünü öğreten tanıdığım en büyük insan ve spor
adamı olan Şahin Köktürk’ün yaşadığı Beykoz tarafına, bir zamanlar gelen yabancı takımlarla banket
gecelerinde buluştuğumuz Divan Oteli
yönüne, menisküs ameliyatı olduktan sonra bir süre topallayarak gittiğim Beşiktaş Jimnastik
Kulübüne, Akaretler Yokuşuna ve tabii ki
bana bu süreçte çok yardımcı olan masör Necati
Yücel’e, resim kursu için gittiğim Teşvikiye’de ki İstasyon Sanat Merkezine, şimdi Futbol
Federasyonuna ait olan Beylerbeyi Spor Tesislerinde kaldığımız ranzalara, şöyle
bir yukarıdan bakmak istedim.
ENKA Spor Külübünde oynadığım yıllarda
erken saatlerdeki antrenman için uykulu gözlerle, direksiyonda antrenörümüz
Kenan Öner, bir yanımda yanımda Ayşe Sesli, bir yanımda Selahattin Çıplak ile sessiz
sedasız geçtiğim bu köprüden bu kez, tüm bunları düşünerek, tüm bunlara bakarak
daha fazla anı, daha fazla insanla birlikte olmak, birlikte geçmek istedim.
Geçtim, yürüdüm. Hatta daha iyi görmek için
köprünün üzerinde her iki yönü ayıran
demirlere bile çıktım. Açtım kollarımı
ve; Çamlıca’da içtiğimiz salepleri, Moda’da ki milföylü pastayı, Ali Baba
dondurmalarını, Beyoğlundaki İnci Pastanesini, Kadıköy’ de ki kokoreçci Mercan’ı ve ENKA’lı yıllarda neredeyse her akşam evlerine konuk olduğum, kalecimiz Mine
Öğretmen’in annesinin yemeklerini gördüm.
Bir anda hepsinin tadını ağzımda, içimde,
yüreğimde hissettim. Bu anılar için seviyorum İstanbul’u, hentbolu..
Orhan Veli’nin dediği gibi;
Deli eder insanı bu dünya;
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku,
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç
O gün orada olmayı başka bir nedenle daha çok istedim. Planımızda, İstanbul Maratonundan sonra Kitap Fuarını
ziyaret etmek ve çok sevdiğimiz insan ve
yazar Sezgin Kaymaz’la birlikte olmak vardı. “Son Şura” kitabındaki
kahramanlara bizlerin, eşim, ben ve Doruk’un isimlerini veren nam-ı diğer İrfan Veysel’le buluşmak vardı.
Ama İstanbul’da plan yapılmayacağını bir kez
daha öğrendik. Birçok yerde ulaşım kapatılmıştı. Maratonun bittiği yer farklı, kaldığımız yer farklıydı. Kitap fuarı
farklı kıtada, gideceğimiz havalimanı farklı kıtadaydı. Önce eşimi, sonra
eşyalarımızı, sonra Taksim için fünikeleri, sonra taksi bulmamız gerekiyordu. Sonra Büyükçekmece,
sonra 4. Levend, sonra Sabiha Gökçen
Havaalanına gitmemiz gerekiyordu.. Bir yere gitmek, diğer yere gecikmek
demekti.
Sezgin Hocam, köprüyü sırt çantamdaki “Son
Şura” kitabınızla birlikte geçtim ama
sizinle buluşturamadım. Kusura bakmayın. Kitap Fuarına yetişebilirdik ama sohbet edecek
zamanımız olmazdı. o zamanda kitap hakkında konuşamazdık. Neden komiser ben olmadım da, Zeki oldu, soramazdım. Komiser Zeki benden niye bu kadar korkuyordu tam olarak anlamaz, anlatamazdım. Çok üzgünüm. Dört gözle sizi Ankara’ya bekliyorum. Hem ben burada sizi daha iyi ağırlarım, yemekler yapar, börekler açarım. Çabuk gelin, yoksa kitaptaki
komiser Zeki’ye söylerim.
İstanbul’da, 80’li yıllara ait fazla resmim
yoktur ama anım çoktur. Bu anılarımı hatırlatan, bu anılarımda yer alan; her iki yakayı, her iki kıtayı, her insanı,
her rengi, her yaşı buluşturan, birleştiren Vodafone İstanbul Maratonunu
düzenleyen herkese; benim Halk
Yürüyüşüne kaydımı yapan, yürüyüş
öncesi, esnası ve sonrasında benimle
birlikte olan arkadaşım Uğuray Öçalan’a sonsuz teşekkürler...
0 yorum:
Yorum Gönder